Ayşe Hür-Başbakan
Recep Tayip Erdoğan, 18 Mayıs 2011’de Siirt’te yaptığı seçim
konuşmasında "Kürtlerin dini Zerdüştlüktür diyor. Kim diyor İmralı diyor
ve onun izinde olanlar. Şimdi Cuma namazını kılıyorlar. Cuma’ya
gitmiyorlar, devletin imamı arkasında durmuyorlar. Bir yerde durup kadın
erkek karışık namaza duruyorlar. Bunun bir adabı var. Cuma cem
demektir. Biraraya gelmektir. Bunlar birlik ve beraberliği bozmak için
bu yola başvuruyorlar” demişti.
Abdullah Öcalan’ın böyle
deyip demediğini bilmiyorum ama bazı okurlar bu konudaki fikrimi
sorunca, seçim ortamının ağır atmosferini kültür konularıyla dağıtmak
iyi olur diye düşündüm ve bu haftayı İslam kaynaklarınca "Mecusilik”
(Ateşperestlik) diye de adlandırılan Zerdüştlüğe ve Zerdüştlüğün
Türkiye’deki temsilcisi Yezidiliğe ayırdım.
***
Eski Farsça yani Pehlevice Zerdüşt
kelimesinin etimolojisi konusunda çeşitli iddialar var. Karmaşık bir
konu olduğu için derinleşmeden söylersem, büyük ihtimalle Yunanca
Zarathushtra’dan gelen Zerdüşt, çeşitli doğu dillerinde "yaşayan
yıldız”, "muhteşem altın”, "altın krallık” anlamına geliyor.
Zerdüşt,
eski İran’ın tanınmış ailelerinden Spitama’ya mensup bilge kişi. Hangi
çağda yaşadığı konusunda da sayısız iddia var. Bunlar, MÖ. 6 binli
yıllardan başlayarak İsa’nın doğumuna kadar uzanıyor. Ama en güçlü
tahminler Zerdüşt’ün, MÖ. 6. yüzyılda yaşadığı yolunda.
Zerdüşt,
Tanrı Ahura Mazda’nın mesajını dünyaya taşıyan bir peygamber. Zerdüştlük
hem tek tanrılı bir din hem de ateşe tapmak gibi özellikler taşıyan
pagan bir din. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığı etkileyen
Zerdüştlük MÖ. 559-330 yılları arasında İran’da hüküm süren Ahemeniş
hanedanı döneminde büyük taraftar bulmuş.
Büyük İskender’in kılıcı
Büyük
İskender’in MÖ. 330 yılında Ahemeniş’in başkenti Persopolis’i
fethetmesinden sonra İran Helen kültürünün etkisine girince, Zerdüştlük
kenara itilmiş. Ancak Sasaniler Dönemi’nde (MS. 224-551) İran’ın resmî
dini haline gelen Zerdüştlük, 7. yüzyıldan itibaren Müslümanlığın
etkisiyle zayıflamış. Öyle ki, 8. yüzyıldan itibaren Zerdüştler İran’ı
terk ederek Hindistan’a (esas olarak Bombay civarına) göç etmek zorunda
kalmışlar. 19. yüzyılda İran’ın Kirman ve Yezd şehirlerinde yaklaşık 7-8
bin Zerdüşt’ün yaşadığına dair kayıtlar var. Bugün bu küçük grubun
varlığını koruyup korumadığını bilmiyorum ama Hindistan’daki Parsiler
arasında Zerdüştlük hâlâ yaşıyor.
Öküz derisine yazılan kitap
Zerdüştlüğün
Kutsal kitabı Avesta’nın orijinalinin ateşe daldırılmış tahta çubukla
on iki bin öküz derisi üzerine yazıldığını kabul ediliyor. Rivayete
göre, Büyük İskender’in İran Seferi sırasında bu nüshaların 17 cildi
yakılmış, geri kalan ciltler, İskender’in ordularının önünden kaçarak
Hindistan’ın Bombay bölgesine sığınan Farisiler tarafından saklanmış. Bu
metinler Sasaniler döneminde 21 cilt halinde tekrar biraraya
getirilmiş, ancak İran’ın İslam ordularınca istila edildiği dönemde bu
kitaplar yine dağılmış.
Avesta ve açıklamaları
Pehlevice
gibi eski bir dilde kaleme alınan Avesta’nın anlaşılmasındaki bu güçlük
dolayısıyla, ilk dönemlerde de onun tefsirine ya da yorumuna ihtiyaç
duyulmuş. Avesta ile ilgili yapılan bu yorumlara Zend (Pehlevice’de
yorum, şerh) denmiş. İran’da İslam’ın yayılmasından sonra ise, bölge
halkının Zerdüştlükten kopmaması için o bölgelerdeki eski eserlerin
anlaşılması ve tahrip edilmemesi için Zend Avesta’nın da açıklaması,
şerhi yazılmış ve buna Pazend denmiş. Bir de Zerdüşt’ün el yazısı olan
Gata’lar (bir çeşit hadis kitabı) var. Gata’lar, yüzyıllar içinde başına
gelmedik iş kalmayan Avesta’daki boşlukları doldurmak amacıyla kutsal
kitaba yedirilmiş. Bitmedi, bir de Azer Farhzat adlı bir Zerdüşt’ün bir
gurup öğrencisi ile hazırladığı Dinkerd adlı dokuz ciltlik bir "Avesta
yorumu” var. I. ve II. cildi tahrip olan kitaptan günümüze, III. Cildin
bir kısmıyla, diğer ciltler günümüze ulaşabilmiş. Dolayısıyla günümüze
ulaşan 141.000 kelimelik Avesta metinlerinin orijinal olduğu epey
şüpheli.
İyilik ve kötülüğün savaşı
Zerdüşt
dini, Ahura Mazda’ya ibadeti, meleklere saygıyı, şeytanlar gibi kötü
güçlere laneti ve iyilikte yarışı vazediyor. İyilikle (Spenta Mainyu)
kötülük (Angra Mainyu) arasındaki savaşı dünyanın sonuna kadar sürecek,
sonunda tanrı Ahura Mazda galip gelecek, dünyanın sonu onun otoritesini
tesis ettiği gün olacak diyen Zerdüştlükte, ateş önemli bir ibadet
unsuru ancak, İslam’daki beş vakit ibadet, sırat köprüsü, ölümden sonra
sorgulanma, ödüllendirilme ve cezalandırılma (cennet-cehennem)
kavramlarının benzerleri de var. Ateş Zerdüşt ibadetinde önemli bir
unsur ve bu yüzden Zerdüştlere Müslümanlar "Ateşe Tapanlar” diyorlar.
Melek Tavus’un halkı: Ezidiler
Ezici
çoğunluğu Sünniliğin Şafii kolundan olan Kürtlerle ilişkilendirilecek
Zerdüştlükten ilham alan inanç kümesi ise, Türkiye kamuoyunda yanlış
biçimde "Şeytana Tapanlar” olarak adlandırılan Ezidiler. Dünya yüzünde,
büyük bir çoğunluğu Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Cezayir, İran,
Gürcistan, Rusya ve Ermenistan (Gümrü ve Erivan’ın köylerinde) olmak
üzere yaklaşık 1,5 milyon Ezidi’nin yaşadığı tahmin ediliyor. (Ancak bu
sayıyı 500 bine kadar indiren kaynaklar da var.) Ezidilerin dili
ağırlıklı olarak Kürtçenin Kurmanci lehçesi. Ancak Ortadoğu
cemaatlerinde Arapça konuşanlar da var.
Yezidi mi, Ezidi mi?
Ezidilik,
Zerdüştlük, Musevilik, Müslümanlık (özellikle Alevilik), Hıristiyanlık
(özellikle Nasturilik) gibi tek tanrılı dinlerle, Maniheizm ve Mazdaizm
gibi pagan inanışlarından ve tasavvuf felsefesinden izler taşıyan bir
çeşit "bağdaştırmacı” (senkretik) bir inanış. Türkiye’deki Ezidilerin
nüfus kâğıtlarında din hanesi boş bırakılıyor.)
Ezidi adının
etimolojisi ile ilgili pek çok iddia var. Bunlardan en bilineni İslam
tarih yazımında kötülük ve kalleşliğin simgesi olarak kabul edilen
Muaviye’nin oğlu Yezid’den geldikleri. Bu nedenle de Türkiye’de Ezidi
terimi değil Yezidi terimi yaygın.
Ezidiler bu etimolojiyi
kendilerini "ötekileştirmek” için yapıldığı gerekçesiyle reddediyorlar.
Bilindiği gibi Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin ve 77 yakını, 10 Ekim 680’de,
Yezid’i halife olarak tanımadığı için, Kerbela denen yerde susuzluğa
mahkûm edilerek öldürülmüş ve bu olay hâlâ tüm şiddetiyle süren
Şii-Sünni çatışmasını başlatmıştır. Bu tarihten itibaren Yezid’in adı
hainlik ve kalleşlikle özdeşleştirilmiştir. Ancak, Sünni Müslümanların
yoğun olduğu Halep ve Sincar Dağları civarında güçlü bir Yezid kültü
olmasına karşılık Şiilerin daha çok olduğu Dicle’nin doğusunda Ezidiler,
Muaviye ve Yezid’in adını pek anmamaları, bu konunun da yeterince
aydınlatılmamış olduğunu düşündürür.
Kendilerine göre Ezidi adı
"yaratılmış” anlamına gelen Kürtçe "ezda” sözcüğünden gelir. Bazıları da
Fars-Pehlevi inanışında "İyilik tanrısı” için kullanılan iz(e)d,
yaz(a)d, yezdan, yazdan sözcükleriyle, bazıları ise Zerdüştlüğün
başkenti İran’daki Yezd şehri ile ilintilendirirler.
Şerefname’de Ezidiler
Ezidilikten
ilk söz eden yazılı kaynak 1597’de yazılmış olan Kürtlerin kroniği olan
Şerefname. Ezidilerin bir şekilde düşman olarak gösterildiği kitabın
bazı bölümleri eksik olduğu için buradan hikâyenin tümü öğrenilemez
ancak, Ezidilerin tüm Mezopotamya’ya kan kusturan Moğolların şerrinden,
"Aksak” Timur’un ölümüyle (1405) kurtuldukları, Safevi-Osmanlı
çatışmasından kazançlı çıkarak Yavuz Sultan Selim döneminden yani 16.
yüzyıldan itibaren Hakkâri ve Diyarbakır’dan Musul ve Halep’e kadar
uzanan bölgede bir çeşit otonomi içinde yaşadıkları anlaşılmakta.
Ezidiler,
aynen Kızılbaşlar, Zeydiler, Şiiler, Şabaklar, Nusayriler gibi "millet”
statüsü kazanamamışlarsa da "zındık”, "mülhid” diye de
adlandırılmamışlar. Bilindiği gibi bu terimler genel olarak "kâfir”,
"inançsız” demek. Hâlbuki 1655’de Musul’a giden Evliya Çelebi, Ezidileri
"Allahsız Araplar ve Kürtler” olarak tanımlar. Gerçekten de Ezidiler
Osmanlı tarihi boyunca devletin gözünde hep şüpheli, hep kontrol
edilmesi gereken gruplar olarak görülmüşler.
Bundan yaklaşık 20
yıl sonra Roma’da yayımlanan bir kitapta Osmanlı İmparatorluğu ve
İran’da yaklaşık 200 bin Ezidinin yaşadığı kaydedilir. 18. ve 19.
yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Safevi İmparatorluğu, Rusya ve Avrupalı
güçlerin savaş alanına dönüşen Mezopotamya’nın kaotik ortamında hayatta
kalmayı başaran Ezidiler, 1832-1838 arasında merkez tarafından kontrol
altına alınmaya çalışılır, bu dönemde Ezidilerin dörtte üçü imha edilir.
Bunu 1840-1848 seferleri izler. Ezidiler II. Abdülhamid’in
İslamlaştırılma politikaları sırasında çok baskı görürler. Bu tarihler
aynı zamanda Protestan misyonerler tarafından Hıristiyanlığa davet
edildikleri yıllardır. 1892 sonbaharında Ömer Vehbi Bey komutasındaki
Osmanlı orduları Musul’daki Sincar Dağları civarındaki Ezidilere
acımasız bir saldırıya geçer. 1890’da Müslümanlığı kabul eden bazı
aşiretler Hamidiye Alayları’na (Reşidiye Taburu’na) kabul edilir.
1893’te eski statülerini geri alırlarsa da 1915-16 Ermeni kırımında
istisnalar hariç, Ermenileri destekleyen Ezidiler zararlarını bir daha
kapatamazlar.
İnançlar ve tabular
Ezidilerin
inançları Kitab-ı Cilve (Tecelli Kitabı) ile asılları ile kopyaları
yüzlerce yıl önce kaybolan Mushaf-ı Reş (Kara Kitap) adlı iki kutsal
kitapta anlatılan yaratılış efsaneleri üzerine kurulu. Ancak bu kitaplar
günümüze kadar ulaşmadığı için, Ezidilik inancı esas olarak gelenekle
biçimlenmiş, Irak’ta ya da Ermenistan’da yaşayan Ezidiler için kutsal
olanla Türkiye’de yaşayan Ezidiler için kutsal olan farklı olmuş. (Bu
yüzden, bu yazıda ifade edilen pek çok şeye, farklı geleneklerden
gelenlerin itiraz etmesi mümkün.)
Aslında, Türkiye kamuoyunda
yanlış bir biçimde ‘Şeytana Tapanlar^^ diye karalanan Ezidilerin
inançları arasında ne şeytana tapmak, ne de kötülüğü sembolize eden
şeytan var. Dahası, Şeytan kelimesini ve buna benzeyen "kaytan”, "şad”,
"şer”, "melun” ve "lanet” gibi kelimeleri telaffuz etmeleri bile yasak.
Anlaşılan Ezidiler, hem Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta yeri olmayan
Melek Tavus’un halkı olmanın, hem de egemen Türk ve Arap etnisitesinden
olmak yerine Kürt olmalarının cezasını çekiyorlar. Ne de olsa
"öteki’nin, hele de azınlık ise, kendinden daha aşağı ve kötü olduğu”
fikri, insanlık tarihinin en eski negatif bilgisi.
Dünyanın en eski dini mi?
Biraz
karışık bir konu ama yine de anlatmayı deneyelim: Ezidilik inancına
göre, Huda (Xuda, Yaradan) sırasıyla yarattığı yedi melek aracılığıyla
göğü, yeri, insanlığı ve Ezidi soyunun selameti için (Ezidiliğin bir
çeşit peygamberi olan) Şeyh Adi bin Misafir’i yaratıp onu Musul
yakınlarındaki kutsal şehir Laliş’e gönderdikten sonra dünya ile
ilgilenmeyi bırakmış. Bu andan itibaren Tanrı iradesinin faal ve
yürütücü uzvu, Tanrı’nın ikinci şahsiyeti olan Melek Tavus olmuş.
Tanrının önce yanından kovup, yedi bin yıl sonra bağışladığı baş meleği
Tavus, halkını göstermek için parmağıyla bir çember çizmiş ve "Çember
içindeki bu halk benim halkımdır” demiş. Bir Ezidi’nin etrafına bir
çember çizildiğinde, çemberi çizen tarafından silininceye kadar
çemberden çıkamadığı rivayetinin kaynağı bu. Bir zamanlar, bunu bilenler
çarşıda, pazarda, okulda karşılaştıkları Ezidileri daire içine alıp,
dairenin içinde mahsur kalan Ezidi’nin çırpınmaları, ağlamaları ve
yalvarmalarını eğlenerek izlerlermiş. Buna benzer bir durum, Ezidilerin
mavi renkli giysiler giymemesi ya da marul yememesi gibi tabularla da
ilgilidir. Konuyu bilenler, bunların çoğunun gelenekle ilgili olduğunu
ve bugün uygulanmadığını söylüyor.
Şeyh Adi ve Laliş
Her
ne kadar mensuplarınca "dünyanın en eski dini” olduğu iddia edilen
Ezidilik varlığını Melek Tavus’a borçluysa da, bir inanç sistemi olarak
bugünlere ulaşmasını Şeyh Adi bin Musafir’e (Misafir) borçlu olmalı.
Şeyh Adi, 1075 yılında Lübnan’da Beit Far (bugün Hirbet Kanafar)
köyünde, Müslüman bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Soyunun Emevi
Halifesi Mervan bin Hakim’e uzandığı rivayet edilir. Gençliğinde Sufi
mistisizminin önemli ismi İmam Gazali’den ders alan Şeyh Adi, bu sırada
Kadiri tarikatının kurucusu olan Kürt asıllı Abdülkadir Geylani ile
tanışmış, ardından Bağdat’tan Hakkârili Kürt boylarının kontrolünde olan
Musul civarındaki Laleş Vadisi’ne göçmüş.
Şeyh Adi, 1116 yılında
Abdülkadir Geylani ile birlikte (bazı Ezidi kaynakları, yolculukta
kendisine Hallac-ı Mansur’un eşlik ettiğini iddia ederler. Ancak Şeyh
Adi ile Hallac-ı Mansur farklı dönemlerde yaşamıştır.) Mekke’ye yaptığı
hac ziyareti dışında 1162’de ölümüne kadar Sincar’daki Laliş’te kalmış.
(Bu yüzden bugün Laliş Tapınağı Ezidilerin en kutsal mekânı, hac yeri.)
Burada
Ezidi inancını yazıya döken Şeyh Adi’nin yazmalarından yapılan
kopyaların Berlin ve Londra’daki kütüphanelerde olduğu sanılmaktadır.
Şeyh Adi’nin yeğeni Hasan, gelenekte, Ezidi inanışını yeniden
şekillendiren diğer önemli kişi olarak yer alır. Mushaf-ı Reş’i onun
yazdığına (yazdırdığına?) inanılır. Kitab-ı Cilve ise Şeyh Adi
tarafından yardımcısı Fahreddin’e yazdırılmıştır.
Yokoluşun eşiğinde
1800’lerin
başında Osmanlı İmparatorluğu’nun Mezopotamya topraklarında 120 bin,
1900’ların başında 37 bin, 1920’lerin başında Türkiye Cumhuriyeti’nde,
ağırlıklı olarak Mardin’in Midyat, Şanlıurfa’nın Viranşehir, Siirt’in
Kurtalan, Batman’ın Beşiri, Diyarbakır’ın Bismil ve Çınar ilçeleri ile
Hakkâri’nin köylerinde 18 bin Ezidi yaşarken, bugün sayıları 500
civarına inmiş durumda. Bu dramatik düşüşte, 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı’nın, II. Abdülhamid’in 1890’lardaki İslamlaştırma politikaları
ile İttihat ve Terakki’nin Ermeni politikaları en büyük role sahip.
Cumhuriyet dönemindeki azalma ise, malum Türkleştirme politikalarının
sonucu. Son dönemeci ise, 1985’te PKK’ya karşı korucu olmayı
reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilmeleri
oluşturuyor. Bugün Türkiyeli Ezidilerin yüzde 99’u Almanya, İsveç,
Belçika ve Fransa’ya dağılmış durumdalar.
Edebiyatta (Y)Ezidiler
Rus
yazarı Puşkin, Haziran 1829’da yaptığı Erzurum seyahati sırasında Rus
generali Rayevsky’ye rapor verenler arasında kırmızı entarili, siyah
başlıklı birini görür. Yolculuk sırasında yanında taşıdığı Papaz
Garzoni’nin "Ezidiler Üzerine Notlar” adlı eserinden dolayı bu kişinin
bir Ezidi olduğunu anlar. Adamı sorgular ve Ezidilerin Şeytan’a değil
Allah’a inandıklarını öğrenir ve 1839’da yayımlanan Puteşestvie v
Arzurum (Türkçeye Erzurum Yolculuğu adıyla çevrildi) adlı eserinde,
Fransız misyoneri Papaz Gardzoni’nin ağzından Ezidileri Muaviye’nin oğlu
ile Yezid ile bağlantılı sapkın bir mezhep olarak tarif eder.
Türkçü
ideolog Ziya Gökalp, ilk manzum eseri olan Şaki İbrahim Destanı’nda
(1908) İttihat ve Terakkicilerin bölgede güvenliği sağlamak için
Hamidiye Alayları’nın başına, merkezi Urfa Viranşehir olan Mılli
Aşireti’nin reisi olan İbrahim Paşa’yı koymaları, İbrahim Paşa’nın da
yanına Ezidi Kürtlerinin o zamanki reisi, yeni İslamiyet’e geçmiş olan
Hasan Kanco’yu (Hasenê Qenco) alarak 1905’te Diyarbakır yöresine yaptığı
saldırıları anlatır. (Hasan Kanco, kapatılan DTP’nin eski eşbaşkanı
Ahmet Türk’ün dedesidir.)
Yezidin Kızı
Milli
Mücadele’den sonra, ülkeye ihanet ettikleri için ülke dışına sürülen
150likler’den biri olan Refik Halit Karay, 1939’da yazdığı Yezidin Kızı
romanında, Ezidilik için "bütün dinlerin Rus salatasıdır” der.
Oryantalist bir tavırla ele alınmakla birlikte, Ezidiler hakkında
gerçeğe çok yakın bilgiler veren romanın kahramanı Fransa’da yaşayan
Türk genci Hikmet Ali, atadan kalma köyünü ziyaret etmek için
Marsilya’dan Suriye’ye giderken, gemide Kürtçe konuşan Arjantinli
gizemli bir kadınla tanışır. Öykü ilerledikçe, Zeliha’nın Yezidi
kavminden olduğu, hatta Yezid’in kızı olduğunu iddia etmesi, kızın
gizemi daha da arttırır. Sincar Dağları’nın büyüleyici atmosferinde
büyük bir aşk yaşayan Hikmet Ali, Zeliha’nın yanındaki Asuri rahibinden
duydukları karşısında büyük bir şaşkınlığa düşecektir.
Şair ve
oyun yazarı Murathan Mungan’ın, 1979’da Türkiye İş Bankası Ödülü’nü alan
Mahmud ile Yezida adlı hüzünlü aşk hikâyesi ise, teknik sorunlarına ve
klişelerine rağmen pek çok kişinin Eezidilerin efsanevi yaratıklar
değil, hemen yanı başımızda, hatta içimizde yaşayan gerçek kişiler
olduğunu keşfetmesine neden olmuştu. Ezidilerle Müslümanlar arasında
yaşanan gerilimler, çember inancı hep bu oyunla zihinlere kazınacaktır.
"Güneşe Tapanlar”
Yaşar
Kemal’in otobiyografik nitelikteki Kimsecik Üçlemesinde (1980-1994)
kahraman Mustafa’nın (Yaşar Kemal) ailesi, I. Dünya Savaşı’nda Rusların
Doğu Anadolu’yu işgali sırasında Van’dan Çukurova’ya göçerken, yol
boyunca, aile savaşta kimsesiz kalmış binlerce çocukla karşılaşırlar ve
Mustafa’nın babası, yolda bulduğu yaralı ve kimsesiz bir çocuğu evlat
edinir. Ailesi öldürülmüş bu çocuğun Yezidi (yazar Ezidi değil Yezidi
der) olması ihtimalinden hareketle, Mustafa Yezidi inançlarını anlatmaya
koyulur. Bir Ada Hikâyesi dörtlüsünün Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana
(1998) adlı romanında Sarıkamış bozgununda firar edip Anadolu’nun
çeşitli bölgelerinde köyleri talan eden askerlerden biri olan Abbas
başından geçenleri anlatılırken kitaba adını veren Yezidi kırımından,
Yezidilikle ilgili inanışlardan bahseder. Yezidilerin günde üç kere, bir
sabah gün doğarken, bir kez tam öğleyin, güneş tepedeyken, bir de gün
batarken yönlerini güneşe dönüp dualarını okuduklarını belirten
kahramanlardan Emir Sultan "Belki de insan soyunun şimdiye kadar
söylediği en güzel dualar bunlardır. Belki de en güzel türküler, en
güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır. Belki de Mezopotamya’nın bütün
destanlarının temelinde bu dualar vardır” ve "Şu insanoğlunda öylesine
bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi,
su gibi. Ben Yezidi değilim, ama onların direnme güçlerini,
insanlıklarını, dostluklarını seviyorum, onların dirençlerine saygı
duyuyorum” diyerek Yezidileri takdir eder.
Özet Kaynakça:
Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü (Dinler Mezhepler Tarikatler
Efsaneler),1975; John Guest, Yezidiliğin Tarihi, Avesta 2001; Roger
Lescot, Yezidiler/Din Tarih ve Toplumsal Hayat, Cebel, Sincar ve Suriye
Yezidileri, Avesta Yayınları, 2001; Sabiha Banu Yalkut, Melek Tavus’un
Halkı Yezidiler, Metis Yayınları-2003; A. S. Puşkin, Erzurum Yolculuğu,
TİMAŞ Yayınları, 2003; R. H. Karay, Yezidin Kızı, İnkilap Kitapevi,
1992, M. Mungan, Mahmud ile Yezida, Metis, 2006; Yaşar Kemal, Kimsecik
Üçlemesi (Yağmurcuk Kuşu, Kale Kapısı, Kanın Sesi) ve Fırat Suyu Kan
Akıyor Baksana, YKB Yayınları, 2004.