Geçen haftaki
"Türkler nasıl Müslüman oldu” yazısına okurlardan ağırlıklı olarak
eleştiri mailleri aldım. Bu maillerin neredeyse tümü oldukça nazik bir
dille kaleme alınmıştı. (Eleştirisinin neye olduğunu söylemeden "Bir
daha da Tarafalmayacağım” diyen iki kişiyi de bu gruba sokuyorum.)
Eleştirilerin özünü, Kuran ayetlerini lafzıyla eleştirmemin yanlışlığı
oluşturuyordu.
Her biri kendi çapında kelam, hadis ve tefsir
âlimi olduğu anlaşılan bu okurların bana tavsiyesi Kuran’ın nasıl
indirildiğini, sure ve ayetlerin nasıl okunması gerektiğini, vb.
konuları öğrenmeden ağzımı açmamamdı. Ben de öyle yaptım. Bu hafta
ağırlıklı olarak islamic-awareness.org adlı internet sitesindeki
makalelerden yararlanarak Kuran’ın yazılış hikâyesini anlatmaya
çalışacağım. Umarım amatör tefsircilere bir katkım olur...
***
Kuran,
İslam inancına göre Allah’ın sözü kabul edilir. Yine İslam inancına
göre Allah, Cebrail adlı bir melek aracılığıyla kendi sözlerini
Muhammed’e iletir. Muhammed ise ‘vahiy kâtipleri’ adı verilen kişilere
"tanrı” vahiylerini yazdırtır. Neden Peygamber kendisi yazmıyordu diye
soranlara İslam âlimlerinin bir bölümü "Peygamber ümmi (okuma-yazma
bilmez) idi” diye cevap veriyor, bir bölümü, vahiylerin Peygamber’in
ölümünden çok kısa zaman öncesine kadar gelmeye devam ettiği,
dolayısıyla henüz görev tamamlanmadığı için kayda geçmediği” şeklinde
açıklama getiriyor. ‘Vahiy kâtiplerinin’ etnik veya dinî kökeni ile
sayısı konusunda da bir uzlaşma yok. Ancak sayıları 40’a kadar çıkarılan
bu kâtiplerden İslami kaynaklarda adı en çok tekrarlananlar Yunanlı
Bel’am, Yaiş, Yemenli Cebr, Yessar, Addas, İman, İranlı Selman (Selman-ı
Farisi), Yahudi Bahira, Verka, Abdullah İbn-i Selam.
Taşlar, deriler, ağaç kabukları
Ayetler
"Lihaf” (küçük yassı taşlar), "Rıka” (deri, ağaç yaprağı, bir çeşit
kâğıt), "Ektaf” (deve ve koyun kemikleri), "Ektab” (ağaç parçası) gibi
nesnelere yazılmıştı. İbn’el-Nadim ve Buhari gibi güvenilir kaynaklara
bakılırsa, Peygamber’e vahyedilmiş bazı ayetler (Şeytan Ayetleri gibi)
Allah’ın dilemesi ile Peygamber’in hafızasından silinmişti. Nitekim
Bakara Suresi’nin 106. ayetinde "Biz herhangi bir ayetin hükmünü
yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha
hayırlısını veya mislini getiririz.
Allah’ın gücünün her şeye
hakkıyla yettiğini bilmez misin?” diyordu.) Böylece bazı ayetler bu
malzemelere hiç yazılmamış ya da yazıldıktan sonra ortadan
kaldırılmıştı. Yine bazı kaynaklara göre bazı ayetleri keçi yemişti.
Geriye kalanların tümü Peygamber’in evinde iple bağlı olarak birarada
duruyordu, diyen kaynak varsa da ağaç kabuğunun ya da yaprağın, derinin
birbirine bağlanması mümkünse de, taşın, kemiğin bağlanması imkânsız
olduğundan bunun İslami bir efsane olduğu anlaşılıyor.
Yemame Savaşı’nın zayiatı
Nitekim
Peygamber’in ölümünden sonra dinden dönmelerin (ridde) artması ve 633
yılında, İlk Halife Ebubekir’in ordularıyla ‘Yalancı Peygamber’
Müseylimet’ül-Kezzap’ın orduları arasında yapılan Yemame Savaşı’nda 70
kadar hafızın ölmesi üzerine, (Ebubekir’in ölümünden sonra İkinci Halife
olacak) Ömer’in ayetleri derleme işine önce "Peygamberin yapmadığı şeyi
yapmak nasıl doğru olabilir?” diye itiraz eden ancak sonra bunun
gerekli olduğunu kabul eden Ebubekir’in bu işle görevlendirdiği Zeyd bin
Sabit "Ebubekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygamber’e vahiy
yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran
ayetlerini’ dedi. Allah’a ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı
yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır
gelmeyecekti. Yani Kuran’ı derlemek kadar...” demiş.
Ebubekir’in derlemesi
Derleme
işinde hafızasına başvurulacak kişilerin sayısı konusunda İslami
kaynaklarda ufak tefek farklılıklar vardır ancak en iyimser tahminde bu
kişilerin yediyi aşmadığı anlaşılır. Örneğin Buhari’nin "E’s-Sahih” adlı
eserinde geçen dört hadisten ilki şöyledir: "Amr İbnü’l-Ass anlatıyor:
Peygamber’in ‘Kuran’ı dört kişiden alın, Abdullah İbn-i Mes’ud’dan,
Salim’den, Muaz’dan (Muaz İbn-i Cebel) ve Übeyy İbn-i Ka’b’den’ dediğini
işittim.” İkinci hadiste Peygamber’in hizmetkârı Enes anlatır:
"Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran’ı tümüyle ezberlemiş olan
yoktu.
Ebu’d-Derda, Muaz İbn-i Cebel, Zeyd İbn-i Sabit ve Ebu
Zeyd.” Üçüncü hadis sahabeden olmayan ilahiyatçı Katade’den aktarılır:
"Malik oğlu Enes’e; ‘Peygamber döneminde, Kuran’ı tümüyle ezberleyenler
kimlerdir’ diye sordum. Şu karşılığı verdi: ‘Dört kişi. Tümü de
Medineli. Übeyy İbn-i Ka’b, Muaz İbn-i Cebel, Zeyd İbn-i Sabit ve Ebu
Zeyd...”
Ayeti nerede buldu?
Bu
hadislerde adları yazılı olanları topladığımız zaman "Peygamber
döneminde Kuran’ı tümüyle ezberlemiş olanların sayısı yedi (İbn-i Mesud,
Salim, Muaz bin Cebel, Übeyy bin Ka’b, Ebu’d-Derda, Zeyd bin Sabit ve
Ebu Zeyd) idi” demek mümkün.
Hafızlar heyeti oluşturulduktan
sonra Ömer ile Zeyd, herkesin elindeki ayetleri getirmesini
istemişlerdi. Zeyd, herhangi bir ayeti yazıya geçirmek için, iki şahidi
şart koşmuştu. Ancak sonunda bir şahitle ‘Mushaf’a koymak zorunda
kaldığı ayetler de oldu. Örneğin Tevbe Suresi’nin son iki ayeti
böyleydi. Zeyd şöyle demişti bu konuda: "Tevbe Suresi’nin son iki
ayetini Ebu Huzeyme’de buldum, ki başkasında bulamamıştım bu parçayı.”
(İslam âlimlerinin bu sapmayı meşrulaştırma cümlelerinden biri şu: "İki
şahit derken, birinci şahit ayetin yazılı olduğu nesne, ikinci şahit ise
hafızlardan biriydi.” Bu açıklamanın doğru olup olmadığını konunun
uzmanlarına bırakıp devam edelim.)
Özel Mushaflar
Ancak,
bu işler yapılırken, hafızlar grubundan bazı kişiler kendi Mushaflarını
oluşturuyorlardı. Böylece ortaya Ibni Mesud’un Mushafı, Übeyy Ibni
Ka’b’ın Mushafı, Abdullah Ibni Abbas’ın Mushafı, (Peygamber’in
eşlerinden) Aişe’nin Mushafı, (daha sonra Dördüncü Halife olacak)
Ali’nin Mushafı gibi değişik Mushaflar çıkmıştı. 15. yüzyıl ilahiyatçısı
Suyuti, El İtkan Fi Ulumil Kuran (kısaca İtkan, Kuran İlimleri
Ansiklopedisi) adlı eserinde bu Mushaflar arasındaki farkları gösteren
bir liste yayımlamıştı.
Buna göre Ibni Mesud’un Mushafı’nda
Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure ile Felak ve Nas Sureleri yoktu.
Ali’nin Mushafı’nda surelerin sırası bugünkünden farklıydı. (Ayrıca
Suyuti kitabında, Bakara Suresi’nin orijinalinde Ahzab Suresi ile aynı
uzunlukta olduğunu belirtiyor. Oysa bugün, eldeki ‘resmî’ Kuran’da,
Bakara Suresi 286 ayet iken, Ahzab Suresi 73 ayet.)
Sonuçta Zeyd
başkanlığındaki heyetin Kuran’ı derleme ve yazma işi bir yıl sürdü.
Derlenip parşömene geçirilen ancak indiriliş sırasına bakmadan iki kapak
arasına konan ayetlerden oluşan bu ilk Kuran ölene kadar Ebubekir’in
uhdesinde kaldı, sonra İkinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in
kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.
Osman’ın Mushafı
Ancak
mesele hallolmamıştı. Buhari’nin naklettiğine göre, 650 yılına
gelindiğinde, Sahabe’den Huzeyfe İbn-i Yeman, Üçüncü Halife Osman’a
Müslümanların Kuran’ı değişik şekilde okumalarından dolayı, "ümmetin
Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi birbirine düştüğünden” yakınmıştı. Bunun
üzerine Osman, Ebubekir’in derlediği ilk Kuran’ı emanetçisi Hafsa’dan
istedi. Bu Mushaf, Zeyd’in başkanlığındaki dört kişilik bir heyet
tarafından yeniden işleme tabi tutuldu. Bu sefer sureler ve ayetler
indiriliş sırasına göre dizilecek, kabilelerin Kuran’ı okuma şeklinde
çıkan farklar, anlaşmazlıklar ise Kureyş şivesinin esas alınmasıyla
çözülecekti.
Bugün bazı Batılı ilim adamları, o tarihte Hicaz’da
yazı dilinin Arapça değil Aramice ya da İbranice olduğunu söylüyor, bazı
Batılı ve İslami ilim adamları da Arapçada ünsüz harflere ünlü
karakteri kazandıran hareke denen işaretlerin veya bugünkü noktalı
harflerin olmaması yüzünden Kuran’ın tek bir şivede yazılmasının
imkânsız olduğunu söylüyorsa da, bugün yaygın kabul gören inanışa göre
bu iş (Arapçanın Kureyş şivesine göre Kuran’ı yeniden yazmak)
başarılmıştı. Ancak ilk derleme sırasında çıkan sorunlar bu sefer de
çıkmıştı. Örneğin Suyuti’nin Itkan’ına göre Zeyd İbn-i Sabit şöyle
demişti: "Mushaf oluşturma işini yaparken, Ahzab Suresi’nin sonundan bir
ayeti kaybettim. Ki, Peygamber’in onu Kuran’dan bir parça olarak
okuduğunu işitmiştim.
Aradık bu ayeti. Ve Huzeyme bin Sabit’de bulduk, [Ahzab Suresi’ne 23. Ayet olarak] ekledik o Mushaf’a.”
Bunun
gibi başka olaylar da olmalı çünkü Suyuti’ye göre bu ikinci derlemeden
sonra Ömer’in oğlu Abdullah (İbn-i Ömer) demişti ki: "Hiçbiriniz,
Kuran’ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki,
Kuran’ın çoğu yok olup gitmiştir. ‘Ne kadar ortada varsa o kadarını
elimde tutuyorum’ desin yalnızca.”
‘Mushaf Yakıcı’ Mervan
Bu
ikinci derleme işi tamamlandıktan sonra, Ebubekir’in Mushafı söz
verildiği gibi Hafsa’ya iade edildi. Osman’ın hazırlattığı İmam (asıl)
Mushaf Osman’da kaldı. Bazı kaynaklara göre bundan dört nüsha hazırlandı
ve Kahire’ye, Kûfe’ye, Basra’ya (ikisi de bugünkü Irak’ta) ve Şam’a
gönderildi. Bazı kaynaklara göre yedi nüsha hazırlandı ve bu şehirlere
ilaveten Mekke’ye, Yemen’e ve Bahreyn’e gönderildi. Bazı kaynaklara göre
ise bunların dışında bazı kişilerin kendileri için hazırladığı özel
Mushaflar vardı.
O yıllarda henüz aynı şekilde yazılan harfleri
ses olarak birbirinden ayıran noktalar olmadığından bazı kelimeler
farklı okunmuş, dolayısıyla farklı yazılmıştı. Ama daha önemli farklar
da vardı. Bazı İslami kaynaklarca "Kur’ân-ı Kerim’in tercümanı” diye
nitelenen Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah İbn-i Abbas, kelimelerin
eş anlamlılarını kullanırdı. Ebubekir dönemindeki heyetin üyesi Enes
İbn-i Malik, Halife Ömer’in oğlu Abdullah’ın da tercih ettiği eş
anlamlılar vardı.
Ebubekir’in Mushafı ile Osman’ın Mushafı
arasında ne gibi farklar olduğunu ise bilmiyoruz çünkü, Ebubekir’in
Mushafı emanetçisi Hafsa’nın ölümünden sonra Emevi Halifesi Mervan İbn-i
Hakem tarafından yakılmıştı. Önemli İslam kaynaklarına göre adı o
yıllarda ‘Mushaf Yakıcı’ya çıkan Mervan’ın gerekçesi şuydu: "Onda yazılı
olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmişti. Artık ona
gerek kalmamıştı. Yakılıp yok edilmezse, zamanla kuşkulara yol
açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları
önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım.”
692’de
yapılan Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’daki kitabede bile bugünkü ünsüz
harflerin ünlü okunmasını sağlayan işaretlerin bulunmamasından hareket
edenler, bu işaretlerin (harekelerin) 649-714 arasında Irak Valisi olan
Haccac tarafından Kuran’a eklendiği rivayetine inanma eğiliminde (Haccac
güya ‘Kuran’a bin tane elif eklettim’ demişti) ancak bu rivayet ‘sahih’
görünmüyor. Ancak günümüzdeki metinlerde, eski yazılı Arapçada olmayan
sesli harflerin ve noktalama işaretlerinin ne zaman ve kim tarafından
konduğu meselesi cevap bekliyor.
İmam Mushaf bugün nerde?
Ebubekir’in
Mushafı’nın akıbetini aşağı yukarı öğrendik. Peki, Osman’ın Mushafı
şimdi nerede? Bu konuda rivayet muhtelif. Bazılarına göre İstanbul’da
Topkapı Sarayı’nda, bazılarına göre Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te.
Her iki Mushaf’ın da iddiasının temelini, bu Kuran’ların (daha doğrusu
Bakara Suresi’nin 137. ayeti) üzerindeki kan lekesi oluşturuyor. Çünkü
geleneğe göre, Osman öldürülürken bu Kuran’ı kıraat ediyordu ve kanı
sayfaya sıçramıştı. Kan izi iki ayrı Kuran’da olmayacağına göre
iddialardan biri doğru değildi ama hangisi? Yoksa ikisi de mi yanlıştı?
Gelin konuya biraz daha yakından bakalım:
Semerkand Kuranı
Bilimsel
literatürde Taşkent’in tarihsel adından dolayı "Semarkand Kuranı”
rivayete göre Osman’ın öldürülmesinden sonra, Halife Ali tarafından
Küfe’ye getirilmiş, 1402’de bölgeyi talan eden Timur’un eline geçmiş,
1485’te Semerkand’da ortaya çıkmıştı. 1868’de Semerkand Rus ordularının
eline geçince, Kuran Rus Çarlığı’nın başkenti St. Petersburg’daki
İmparatorluk Kütüphanesi’ne konmuştu.
1917’de Bolşevik
Devrimi’nden sonra Britanya’ya karşı Müslümanları yanına çekmek isteyen
Lenin tarafından Başkırdistan’ın başkenti Ufa’ya gönderilmiş, ama
Taşkentli Müslümanların ısrarlı talepleri uyarınca, 1924’te Taşkent’e
dönmüştü. O günden sonra da bazı kaynaklara göre Özbek Müslümanları
tarafından gizli bir yerde, bazı kaynaklara göre ise Özbekistan Sovyeti
Kütüphanesi’nde saklanmıştı.)
Semerkand Kuranı hakkındaki
diğer bilgilerimiz ise daha da sınırlı. Çünkü bu Kuran üzerindeki nadir
bilimsel çalışmalar Rus şarkiyatçıları A. Shebunin (1891) ve S.
Pissareff (1905) ile Batılı şarkiyatçılar A. Jeffery & I.
Mendelsohn’un (1942) ve F. Deroché’nin (1999) makaleleri ile sınırlı.
Çünkü Özbek makamları Kuran üzerinde çalışma yapmaya izin
vermiyorlarmış. Son olarak Diyanet İşleri eski başkanlarından Tayyar
Altıkulaç mikrofilmler üzerinden çalışıyor ama henüz nihai raporunu
vermemiş. Önce en çok merak edilen soruya cevap verelim: Biraz önce
adını andığım araştırmacıların hepsi de Semerkand Kuranı’nın Osman’ın
Mushafı olmadığında anlaşıyor. Bu kanıya bazı sayfalarda yapılan
radyo-karbon testleri ve metinlerin paleografi (yazı çeşitlerini
inceleyen bilim dalı), ortografi (yazı sistemlerini inceleyen bilim
dalı) konulu analizlerden sonra vardıkları anlaşılıyor.
Orijinalinin
360 yaprak (varak) olduğu sanılan ancak halen, 353 yaprağı Taşkent’te
olan Semerkand Kuranı radyo-karbon testlerine göre yüzde 95 ihtimalle 8.
yüzyıla ait. Paleografik ve ortografik analizlere göre ise 8. yüzyılın
sonu ile 9. yüzyılın başına ait. Bu konuda en önemli ipucu Kuran’da
kullanılan Kufi yazının bu yüzyıllarda tekâmül etmesi. Gerçekten de
hatta adını veren Kufe şehri 638 yılında kurulmuştu ancak bazı
dilbilimcilere göre Kufi yazı, Kufe’den önce de biliniyordu ancak adını
hattı resmî yazışmalarda kullanıldığı Kufe’den almıştı. Dolayısıyla
sadece Kufi yazıdan hareket etmek doğru değildi. Ama söz konusu
araştırmacılar, hatadaki başka özelliklerden ve süslemelerden hareketle
kendilerinden emin görünüyorlar.
Topkapı Sarayı Kuranı
Osman’ın
Kuranı diye ünlenen Topkapı Sarayı’ndaki Kuran ise Tayyar Altıkulaç
tarafından incelenmiş ve raporlanmış. Altıkulaç’a göre, bu Kuran Mısır
Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından 1811 yılında Sultan II.
Mahmud’a hediye edilmiş. 408 varaktan oluşan Kuran’ın sadece iki varağı
eksik. Baş taraftan birkaç varak zarar gördüğü veya zayi olduğu için
Mushaf’ın yazılışından 50-100 yıl sonra yeniden yazılmış. Her ne kadar
Topkapı Kuranı’nın üzerinde "Bu Kuran Halife Osman öldürüldüğünde
okuduğu Kuran’dır. Üzerindeki kan lekeleri hâlâ görülebilmektedir”
yazılıysa da Altıkulaç’a göre Topkapı Kuranı da Osman’ın Kuranı değil.
En büyük ihtimalle Emevi Dönemi’nde kullanılan tarzda Kufi yazıyla fakat
farklı katiplerce kaleme alınmış. Ancak üzerine daha sonraki yıllarda
noktalar eklenmiş. Ancak bu noktalar, Arapçada noktalama usulünü ilk
bulan Ebu el Asvad (ö. 688) tarzında imiş.
Kahire Kuranı
Osman’ın
Kuranı’nı bulamadık ama Kahire’de, İstanbul’da ve St. Petersburg’da
Hicret’in ilk iki yüzyılına tarihlenen başka Kuran’lar var. Bunlardan
Kahire’deki Hüseyin Camii’deki (El Meşhedü’l-Hüseynî) Kuran üzerine
çalışan Tayyar Altıkulaç ve Selahaddin Müneccid’in vardıkları sonuç, bu
Kuran’ın bugüne dek sanıldığı gibi Osman döneminde kaleme alınan
nüshalardan biri olmadığı yolunda. Bu iki ilahiyatçıya göre Kahire
Kuranı, Emevi Halifesi Mervan’ın Kahire Valisi olan kardeşi diğer Mervan
tarafından yazdırılan bir nüsha.
TİEM Kuranı
Bu
iki ilahiyatçının üzerinde çalıştığı bir diğer Kuran ise İstanbul’daki
Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki Kuran. İlk sayfasında Sultan I.
Mahmud’un (1730-1754) mührünün olduğu bu eser 1912’de Aya İrini’den
Müze’ye intikal etmiş. 439 yapraktan oluşan bu Kuran’ın 17 yaprağının
kayıp olduğu sanılıyor. Kuran’ın 14 yaprağı da 1437 tarihinde onarım
görmüş. Kufi yazıyla yazılmış Kuran’ın son yaprağında "Hicri 30 yılında
Osman bin Affan yazdı” ibaresi görülüyorsa da, Altıkulaç’a ve Müneccid’e
göre paleografik ve ortografik özellikler ve süsleme unsurlarından
hareketle bu ibarenin daha sonra (8. veya 9. yüzyılda) konduğu
düşünülüyor. Ancak Gerek Altıkulaç, gerekse Müneccid, bu Kuran’ın
günümüze dek ulaşan en eski Kuran olduğunda hemfikir.
Darü’l-Kütüp Kuranı
Mısır
Milli Kütüphanesi’nde (Dar Al-Kutub Al-Mısrıyya) bulunan Kuran’ın özel
kişilerin elinde olan varakları üzerinde yapılan radyo-karbon testine
göre, yüzde 95 ihtimalle 609-694 yılları arasında yazıldığı düşünülüyor.
Paleografik ve ortografik incelemeler de aşağı yukarı aynı tarihlere
işaret ediyormuş. Metnin incelenebilen kısımları Kufi yazıyla yazılmış
ama 688’den sonra icat edildiği bilinen harekeler ve noktalama
işaretleri yokmuş.
Orijinal metninin 620 yaprak olduğu sanılan
Dar’ül-Kütüp Kuranı’nın 562 yaprağı bu kütüphanede, diğer yaprakları
bazı Paris ve Gotha’da koleksiyonerlerin elinde. Ancak Kahire’deki 562
varaktan 248’i gerçek parşömen (papirüs), 34’ü varak sahte parşömen,
61’i başka bir Kuran’a ait, 219’u 1830 tarihinde üretilmiş kâğıtlara
modern metinlermiş. Kısacası bu Kuran’ın da derleme olduğu anlaşılıyor.
St. Petersburg Kuranı
Son
olarak büyük bir bölümü bugün Rusya’da St. Petersburg’daki Şarkiyat
Enstitüsü’nde saklanan ‘St. Petersburg Kuranı’ndan bahsetmek istiyorum.
1936 yılında ‘yaşlı bir kadın tarafından’ enstitüye bağışlanan bu
Kuran’ın, 19. yüzyılda Suriye’de kıymetli eserlerden oluşan büyük bir
kütüphanenin sahibi olan Hıristiyan Arap Nofal Ailesi’nin haraç mezat
satılan terekesinden kalma olduğu sanılıyor.
1998 yılında Rus
şarkiyatçı Efim Rezvan’ın ve 1999’da Fransız şarkiyatçı François
Déroche’nin yayımladığı makalelere göre bu Kuran’ın orijinali 97 yaprak
olup, bunların 81’i St. Petersburg’da, diğerleri Özbekistan’da (biri
Taşkent’teki Biruni Enstitüsü’nde, ikisi Buhara’daki İbn-i Sina Bölge
Kütüphanesi’nde, biri Taşkent’teki İslam İşleri İdaresi’nde, 12’si Katta
Langar’da bir ailenin elinde) idi. Hicaz hattıyla yazılmış olan Kuran’ı
iki ayrı kâtibin yazdığı anlaşılıyordu, çünkü bazı harflerin yazımında
bariz farklar vardı.
Sana’a Kuranı
Son
olarak 1972’de Yemen’in başkenti Sana’a’daki Ulu Cami’de bulunan Kuran
var. ‘Sana’a Kuranı’ üzerinde Alman şarkiyatçı Dr. Gert Puin tarafından
yapılan incelemeler aradan geçen 36 yılda tamamlanabilmiş değil. Bunun
nedeni bu Kuran ile ilgili ilk değerlendirmeler olmalı. Puin’e göre, bu
Kuran’ın yazıldığı parşömen Peygamber’in doğumundan önceye tarihleniyor
ama üzerindeki yazı daha sonraya ait. Daha ilginci üstteki metnin
altında silinmiş bir eski metin var. (Bu tür metinlere literatürde
‘palimpsestus’ deniyor.) Bu metin de Kuran metni.
Puin’in Batılı
şarkiyatçılarca pek beğenilen ancak İslam çevrelerinde infiale neden
olan iddiası ise şu: Kuran’ın yazılışı Peygamber’den çok önce
başlamıştı. Çünkü Kuran, kendisinden önceki kutsal kitapların bir çeşit
özeti olmaktan öteye gitmiyordu. Suudi Arabistan Hicaz’da arkeolojik
araştırmalara izin verinceye, İslam bilim adamları İslam ülkelerinin
kütüphanelerinde saklı olan yüzlerce eser üzerinde ‘bilimsel kriterlere’
uygun araştırmalar yapıp, sonuçlarını bizlerle paylaşıncaya kadar bu
tür ‘şarkiyatçı’ yorumlar gündemde kalacak gibi görünüyor.
Daha anlatacak çok şey var ama yerim bittiği için burada noktalıyorum. Kalanını internet nüshasına eklemeye çalışacağım.
Bu
tarihçeye bakılırsa, bugün İslam ülkelerinde kullanılan ‘Resmî’
(Standardize edilmiş) Kuran’ın (ki 1920’de Kahire’deki El Ezher
Üniversitesi tarafından kaleme alındı) Osman’ın Mushafı’yla değil ‘harfi
harfine aynı’ olduğunu, bu tarihçeyi bilenlerin kabul etmeye razı
olduğu gibi, ayetlerin sırası ve içeriği açısından aynı olduğunu iddia
etmek, ancak ‘iman’la mümkün, yoksa ‘bilimsel açıdan’ mümkün değil.
AYŞE HÜR - TARAF