20
Eylül 2013 günü, Musa Anter’in ölümünün 21. yıldönümüydü. ‘Ape’ Musa
Anter, Kürt milliyetçiliğinin sembol isimlerinden biriydi. ‘Ape’,
Kürtçede, ‘amca’ demek. Kürtler bu ifadeyi, saydıkları ve sevdikleri
kişiler için kullanıyor. Musa Anter, gazeteciydi, tarihçiydi, dengbejdi,
bilgeydi.
1960’lardan itibaren kendisini yakından tanıyan Arslan Kılıç’a göre Musa Anter "Ender
rastlanan renklilikte bir kişiliğe sahipti. Dost ve arkadaş canlısıydı.
Sofrası gibi gönlü de genç-yaşlı, cahil-hâkim, Türk-Kürt herkese
açıktı. Kıvrak zekâlı ve hazırcevaptı. En ciddi konuları bile, kıvrak
zekâsının ürünü olan mizahının imbiğinden süzdüğü öykü ve masallarla
süsleyerek anlatırdı. Bu tarz, kendisini ve meramını karşısındakine en
kavratıcı şekilde iletmesini sağlıyordu. Yine bu tarz onu, gazeteciliğin
günlük fıkra yazarlığı dalında ilgiyle izlenen bir yazar olmasını
sağlamıştı. Terbiyeli, ince ve zevk sahibi bir insandı. Ama yeri
gelince, en okkalı küfürleri savurmaktan çekinmezdi. Ama bu durum onda
hiçbir zaman bir çiğlik ve kabalık olarak görünmezdi. Toplam olarak
bakıldığında Musa Anter, Türkiye’nin ihtiyacı olan bir aydındı.
Türkiye’nin düşünce ve kültür hayatına, birikiminden, kültüründen ve
yeteneklerinden çok şey katacak bir aydındı. Türkiye’nin siyasi yaşamına
kalite katacak bir siyasi deneyim ve tarih birikimine sahipti. Maalesef
Türkiye’yi yönetenler, önce Cumhuriyetin kireçlenme yıllarının dar
kafalılıkları, sonra da Atlantik sistemine bağlanmanın yarattığı
gericilik nedeniyle, birçok değerli aydın gibi Musa Anter’in de değerini
anlamadı. Ona kıyıcı davrandı. En sonunda alçakça bir Gladyo tuzağı ile
öldürülmesi, bu kıyıcılığın zirvesini oluşturdu...”
Bu
hafta, daha önce çeşitli mecralarda yazdığım yazılardan yaptığım bir
derlemeyle Ape Musa Anter’i anacağım. Bu anma yazısı aynı zamanda Kürt
Meselesi’nin 1960-1990 arasındaki arka planına dair ipuçları da
içerecek.
Molla Barzani Irak’ta
Biraz
geriden başlayalım. 14 Temmuz 1958’de, Irak Kralı Faysal, General
Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirilmişti.
Darbeden sonra cumhuriyet ilan eden generalin ilk işi, İran’da kurulan Kürt Mahabad Cumhuriyeti’nin önderlerinden olup 1947’de Cumhuriyet yıkıldıktan sonra önce Irak’ta sonra Sovyetler Birliği’nde gözetim altında tutulan Molla Mustafa Barzani’yi
Bağdat’a davet etmek ve Kürtlere Kerkük’ün de içinde olduğu bir otonom
bölge sözü vermek oldu. Bu ittifak sonucu, 7 Mart 1959’da General
Abdülvahhap Şavvaf adlı ırkçı bir Arap generali Abdülkerim Kasım’a karşı
Musul’da ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma Mustafa Barzani ve
peşmergeleri tarafından bastırıldı. Barzani, ayaklanmacıları kurşuna
dizdirdikten sonra kendisine yardım eden Arap aşiretlerini de tarumar
etti. Olaylar sırasında bazı Türkmenler de ölmüştü.
"Bin Kürt’ü sallandıralım”
Olaylar
üzerine, lakabı ‘Alman Generali Rommel’ olan CHP Niğde Milletvekili
emekli asker Asım Eren, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’e "Irak
Kürtlerinin, Irak’ta Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı, zulüm veya
öldürme olaylarından dolayı, Türkiye’deki Kürtlere karşı aynıyla
mukabele yapacak mısınız” diye sormuştu. İddialara göre,
Cumhurbaşkanı Celal Bayar veya ileriki yıllarda Mardin Valiliği yapacak
olan MAH (MİT’in selefi) Ergun Gökdeniz, "Kürtlerden bin tanesini Taksim
Meydanı’nda sallandıralım ki diğerlerine ibret-i âlem olsun” demiş,
ancak Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun "Türkiye’nin dışarıdaki
itibarı Ermeni meselesi ve Rumlara karşı yapılan 6-7 Eylül saldırıları
dolayısıyla zaten kötü, buna bir de Kürtleri eklemeyelim” demesi
üzerine, ‘daha yumuşak’ (!) bir plan yürürlüğe konmuştu.
Tutuklamalar başlıyor
Her şey 15 Nisan 1959 tarihli Akşam gazetesinin manşetten verdiği şu ithamla başladı: "102 üniversiteli Kürt, Kürtlük iddiasında bulundu.”
Haberden anlaşıldığına göre, öğrenciler ‘Rommel’ Asım Eren’in Molla
Barzani tarafından Irak’ta öldürülen Türkmenler kadar Türkiye’de yaşayan
Kürt’ün öldürülmesi’ şeklindeki insanlık dışı teklifini protesto etmek
için, Başbakan, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Diyarbakır Baro Başkanı ile
ABD, Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere gibi büyük devletlerin
büyükelçiliklerine olayları kınayan birer telgraf çekmişlerdi. Telgrafın
altında ‘Türkiye Kürtleri’ imzasının olması Ankara’da alarm zillerinin
çalmasına neden olmuştu. Eylem hiçbir şekilde şiddet içermeyen gayet
demokratik bir tepkiydi ama 1937-1938 Dersim katliamlarından beri sesi
çıkmayan Kürt milliyetçilerinin, üzerlerindeki ölü toprağını atmaya
karar verdiklerinin işaretiydi. İlk tedbir olarak ‘Kürtçülük
mevzuundaki’ tüm yayınların yasaklanması yönünde bir mahkeme kararı
çıkartıldı.
Kımıl Olayı
İkinci kriz bundan 4,5 ay sonra yaşandı. 31 Ağustos 1959 günü, Diyarbakır’da yayımlanan İleri Yurt gazetesinde ‘Amma Ne İleri Yurt’ adlı hiciv sütununda ‘Qimil’
(Kımıl) adlı Kürtçe bir şiir yayımlanmıştı. Şairin adı Musa Anter’di.
Kımıl ise can yoldaşı süne ile birlikte, tüm Cumhuriyet tarihimiz
boyunca (hatta bugün de) bir türlü baş edemediğimiz bir hububat
zararlısının adıydı.
Kürtçe şiirin teması şuydu: Siverekli bir
kız, kımıl zararlısı tarafından samana döndürülmüş bir torba buğdayı
çerçiye götürüyor, çerçi buğdayın işe yaramadığını görünce, buğdaya
karşılık mal veremeyeceğini söylüyordu. Kızcağız da yüzyıllardır gelenek
olduğu üzere, üzüntüsünü bir türküyle dile getiriyordu: Şiirin Türkçesi
şöyleydi: ‘Dağa tırmandım amca, zavallı dağ mahzunlaştı/Arpa
olgunlaştı amca, buğday un ufak oldu biçare/Kımıl geldi amca, kafile
halen de zavallı/Buğdayı yedi, geride samanı bıraktı zavallı...’
Yazar yazının sonunda şiirin kahramanı kıza şöyle diyordu: ‘Üzülme
bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak
kardeşlerin yetişiyor artık.’
Kürt uyanışı mı?
Kımıl
aracılığıyla ima edilenler (hele de bu ima edilen Kürtçe olunca)
Ankara’nın hiç hoşuna gitmedi, affetmedi. 6 Eylül 1959 tarihli
Cumhuriyet gazetesinde "Doğu illerimizden birinin merkezinde çıkan bir
gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir neşrediliyor” dendikten
sonra "İnsaf edelim. Bu Doğu ili İstanbul değil ki, 20-30 gazete
çıksın da insan meşgul bir gününde hepsine bakamasın. Sonra hadi
kendisi bakamadı, o il merkezinin zabıtası yok mu, adliyesi yok mu?”
diye ortalık velveleye veriliyordu. 19 Eylül 1959 tarihli Ulus ise "Bir
soru da benden: Bu gazeteye kim kâğıt veriyor” diye kışkırtıcılık
yapıyordu.
Beklendiği üzere İleri Yurt ve Musa Anter aleyhine dava
açıldı ancak olay yerelden ulusal düzleme taşmış, sanıkları savunmak
için başka şehirlerden avukatlar gelmeye başlamış, mahkeme salonu ve
adliye binasının önü miting alanına dönüşür olmuştu. Aynı şekilde Ankara
ve İstanbul’daki Kürt asıllı lise ve üniversite öğrencileri heyecanla
davayı izliyordu. İddialara göre, Celal Bayar Diyarbakır Valisi’ne telefon açıp, Musa Anter’in kafasının ezilmesini istemişti.
Hükümet, bu olaylardan sonra MİT’e emir vererek bir ‘Kürt raporu’ hazırlamasını istedi. Raporda, 1000 ila 2500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi öneriliyordu.
Karşısında devletin iliklerine kadar işlemiş olan kadim paranoyaya
teslim olmuştu. Yurdun dört bir yanındaki tutuklamalar 17 Aralık 1959
günü başladı. Tutuklama müzekkeresinde isim yoktu. MİT kimi öneriyorsa,
50 kişilik listeye onun adı yazılıyor ve tutuklanıyordu. Bunlar arasında
Musa Anter de vardı. Polisin iddiasına göre Bitlis bağımsız
milletvekili Ziya Şerefhanoğlu’nun evinde üzerinde el yazması Arap
harfleriyle ‘Kürt İstiklal Partisi’ yazan birkaç
sayfalık bir tüzük taslağı bulunmuş, ayrıca bazı üniversite
öğrencilerinin üzerinde ve ev aramalarında Molla Mustafa Barzani’nin
resimlerine rastlanmıştı. Ancak herhangi bir örgüt tespit edilememişti.
Tutuklama
kararını Ankara’daki Askerî Savcılık istemişti ama tutuklananlar
İstanbul Harbiye’deki hücrelere konuldular. Harbiye’de 40 hücre olduğu
için, geriye kalan 10 kişi tutuksuz yargılanacaktı. Sorgulamayı yapacak
Hâkim Orhan Akaya, ancak iki ay sonra İstanbul’a geldi ve sorgulamaları
ancak üç ayda tamamlayabildi. Bu süre içinde tutuklular ne yıkanmışlardı
ne de tıraş olmuşlardı. Hücrelerin uygunsuz koşullarından dolayı,
sanıklardan Ankara Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Mehmet Emin Batu
mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kaldı. Bunlardan biri olan
Nurettin Demirtaş, Emin Batu’nun zorla taksiye bindirildiğini görüp, "Arkadaşımı nereye götürüyorsunuz?”
diye sorma gafletinde bulunan sıradan bir vatandaştı. Daha sonra iki
kişi daha dahil oldu ama dava kamuoyunda hep ‘49’lar Davası’ diye
bilindi.
23’ler Davası
Tutuklular
beş aydır hücrelerinde mahkemeye çıkarılmayı bekliyorlardı ki, 27 Mayıs
darbesi oldu. Başta Adnan Menderes ve Celal Bayar olmak üzere önde
gelen DP’liler Yassıada’ya gönderildi. Sanıklar demokratikleşme vaadiyle
iktidara gelen darbecilerin kendilerini salıvereceğini ummuştu ama
yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Çünkü darbeciler 26 Ekim 1960’ta
çıkardıkları genel aftan 49’ların yararlanmasına izin vermedi. (49’lar
Davası yıllarca sürdü ve ancak Nisan 1964’te zamanaşımına girdiği için
kapandı.)
22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir ve arkadaşlarının başarısız darbe girişimlerinden sonra ülkedeki tüm ‘aşırı uçların törpülenmesi’
politikası uyarınca, 1963’te, Kürt milliyetçileriyle kişisel ilişkisi
olan Hamewendi adlı Arap emlakçının üzerinde bulunan Musa Anter’in adı
yazılı bir kağıt bulundu ve Anterle ilişkide olan 23 Kürt, ‘Müstakil bir
Kürdistan Devleti’ kurma yolunda faaliyette bulunmak suçuyla
tutuklandılar. Tutuklular 1964’te salındı, dava çok sonra sonuçlandı
ancak ağır cezalandırma olmadı. (Bu dava ile ilgili ilginç bir
anekdot şuydu: Bu 23 kişi, Talat Aydemir ve ekibiyle aynı hapishaneye
konulmuştu. İddialara göre darbeci subayların çoğu iyi eğitimli olduğu
halde Kürt sorunu ile ilgili ve bilgili değillerdi, ancak bir seferinde
Talat Aydemir, 23’ler, Mahabad Kürt Devleti’nin milli marşı olan ‘Ey
Raqip’ söylerken koğuşa girmiş, marşı duyunca hazırola geçmişti.)
Akarsu köyünde meyve ve çiçek bahçeleri
Yaşar
Kemal’in deyişiyle, ‘Öfkesiz Kürt’ Musa Anter, bu olaydan ve sonrasında
yaşadığı nice olaydan sağ salim kurtuldu ama hemen her makalesine,
yaptığı her hayali röportaja Kürtçe cümleler serpiştirdiği için hayatı
mahkemelerde geçti. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında TİP’i pasif
bularak ayrılan Kürt gençlerinin kurduğu Devrimci Doğu Kültür
Ocakları-DDKO davasından yargılandı. Sonrasını Musa Anter’in ağzından
dinleyelim:
"1970’ten 1974’e kadar çeşitli girdi
çıktılarla 36 ay hapis yattım. [1974’teki] dejenere afla Diyarbakır Örfi
İdare hapishanesinden çıktım. Ama bir deri, bir kemik. (…) Ve tüm
politik ve sosyal fikirlerimi bir kenara koyarak ecdadımdan bana kalan
köyüm Akarsu’ya gidip yerleştim. Köyümde pastoral bir hayat yaşamaya
başladım. Zıving köyümde ziraat ve hayvancılık yapıyordum. Akarsu
köyümde de meyve ve çiçek bahçeleri, bir de bölgede olmayan havuzlar
yaptım. Bizim bölge halkı gibi dejenere olan meyve ağaçlarını aşıladım.
İstanbul’da olan ve Kürdistan’da olmayan tüm cins sebze, meyve ve çiçek
türlerini götürdüm. Dedim ya, siyasetten uzak yaşamaya çalışıyordum. Ama
yine olmadı...”
PKK’nin silahlı mücadeleyi başlattığı ve
yaygınlaştırdığı 1984-1989 arasında Musa Anter hâlâ Nusaybin’de
yaşıyordu ve PKK’den uzak duruyordu. PKK’nin buna tepkisi kendisine
‘vergi’ tahakkuk ettirmek oldu. Anter, kendi deyimiyle bu ‘haracı’
ödemeyi reddetti ve çareyi İstanbul’a yerleşmekte buldu. Doğu
Perinçek’le bu dönemde ilişki kurdu.
JİTEM ve ölüm
Musa
Anter, PKK’nin strateji değişikliğine gittiği 1992 yılında PKK hareketi
ile barıştı. Bu tarihten kısa süre sonra, 20 Eylül 1992’de de
Diyarbakır’da JİTEM ajanları tarafından tuzağa düşürüldü ve
kurşunlanarak öldürüldü. Öldürüldüğünde 74 yaşındaydı. Yanında, yeğeni
Orhan Miroğlu da vardı. O gece yaşananları ilk olarak, olaydan yaralı
olarak kurtulan Miroğlu’ndan duyduk. Yıllar sonra Musa Anter’in kızı,
İsveç’te, babasının katillerinden biri olan eski PKK itirafçısı
Abdülkadir Aygan’la görüştü ve cinayetin ayrıntılarını, arkasındaki
güçleri daha iyi öğrendik.
Öğrendik ama sonuç ne oldu derseniz,
Aygan’ın sözünü ettiği JİTEM’cilerden Veli Küçük, Levent Ersöz, Arif
Doğan ve Atilla Uğur, Ergenekon davasından ceza aldı. Ancak devlet
bugüne dek JİTEM’in varlığını kabul etmediği gibi aynen Hrant Dink
cinayetinde olduğu gibi Musa Anter’le ilgili iddiaları duymazdan geldi.
Kürt Meselesi’nin çözümünün önündeki engellerden biri de devletin
Fırat’ın doğusundaki derin cinayetlere devletin gösterdiği
kayıtsızlık... Musa Anter’in 22. ölüm yıldönümünde bu tablonun değişmiş
olmasını ummak istiyorum...
Özet Kaynakça: Musa
Anter, Kımıl, Avesta, 2000; Musa Anter, Hatıralarım, 2 cilt, YÖN
Yayıncılık, 1991-1992;Yavuz Çamlıbel, 49’lar Davası, Garip Ülkenin
İdamlık Kürtleri, Algı Yayınları, 2007; Naci Kutlay, 49’lar Dosyası,
Fırat Yayınları, 1994; Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Anka
Yayınları, 2003; Şahap Balcıoğlu, Görüşler-Görüşmeler, YÖN Yayıncılık,
1991; Orhan Miroğlu, Musa Anter Cinayeti Kuşatmadan İnfaza, Everest,
2012; Arslan Kılıç, "Türkiye’de Kürt Milliyetçiliğinin Dört Dönemi ve
Musa Anter”, Berfin, Bahar, Yıl, 2012, S.175, s. 5-12. (Son makaleye
dikkatimi çeken okurumuz Kaya Demirci’ye teşekkür ederim.)