Eğer
bir millet varlığının temelleri üzerinde duruyorsa ve kendinden
haberdar bir halde, özgür olarak ve medeniyetin üstadı olan ihtiyaç ve
beğeni duygusunun esasına göre, bu unsurların dışarıdan iktibassa ve
"seçmeye” yöneliyorsa, hiç şüphe yok ki, hakikatın gelişmesine, kültürel
gelişmeye ve aşk ve şevk ile varlığını genişletmeye yönelmiş demektir.
Ama
eğer şaşkınlık ve kendini kaybetme veya baskı ve hücum haliyle ya da
bağımlılık ve başkasının üstün varlığında yok olma "şartlarında mecburi
taklid” yabancının hücumu, kültürel ruh galebesi karşısında kendisini
salarsa "Türklerin Kürtlere dayattığı kader algısı”
yahut kendisini yabancılaşmayla donatır ve ona özenirse ya da yabancı
kültürün onun şahsiyetine "hulul” etmesi karşısında buna teslim olur ve
rıza gösterirse, bu durumda, şahsiyet açısından hasta demektir.
İktibas
ederken bilinçli ve özgür olmalıdır. Dışarıdan ihtiyaç duyduğu şeyleri
almaktadır ve bu unsurları varlığını kemale erdirmek için kendi
şahsiyetinin binasında kullanacaktır. Bu dışarıdan gelen unsurun, "istihdam ettiği”,
cezbettiği unsurları şekil ve cevher açısından "kendisiyle”
uyumlulaştırması gerekir. Dolayısıyla, iktibas yapan şahsiyet yabancı
materyalleri gönlünce değiştirir ve bu da bir milletin kültürel
gelişmesinin etkenidir.
Ama hakikatte olması gereken İnsanın kendi
evini inşa etmek için malzemeleri doğal olarak kendi mahallesinde
araması, seçmesi, şeklini değiştirmesi ve plan projesini kendisinin
oluşturduğu evin mimarisinde materyalleri kullanması gibi, kültürel
şahsiyetinin binası için de tam olarak yapmalıdır. Saîdê Kurdî’nin
dediği gibi; "Mustaid-i bizzat olmak.” Yani bir başkasının varlığıyla değil, bizzat kendi varlığıyla var olmak.
Bu
noktada iki ayrı şahsiyetin veya iki ayrı milletin bir biri ile
iletişimi veya diyaloğunun siyasi, hukuki, ekonomik sonuçlarını hangi
somut olgu zemininde tartışmalıdır? Sorusu cevap beklemektedir.
Diyalog,
Kürtler ve Türklerin yüzleşmesidir ve dünyayı adlandırmak için dünya
aracılığıyla yaşanır. Ama Kürtlerin bir dünyası yoktur. Bu nedenle
dünyasını adlandırmak isteyen Kürtler ile bu adlandırmayı istemeyen
Türkler arasında "öteki insana" söz söyleme hakkı tanımayanlarla bu hakkı ellerinden alınmış olanlar arasında diyalog oluşamaz.
Temel
bir hak olan bir hukuku inkar edilmiş insanlar, ilk önce bu hakkı
yeniden kazanmalarına gerekmektedir. İnsanı dışlayan ve hukuku inkar
edilmiş halin ihlalinin sürmesi önlenmelidir. Bir diyalogda derin bir
dünya ve sevgi yoksa var olmaz.
Bir iletişim alçakgönüllülük
olmaksızın olabilir mi? ama bir Türk’e alçak gönüllü davranıldığında
onun iştahını kabartıyorum, sonra dönüp dişinin tırnağının kirasını
istiyor. Ötekini hep cahil olarak damgalamıyorsak!
Kürtlerin
muhatabı olan Türk psikolojisi şu şekildedir; öteki insanların
içlerinde başka insan yok, başka "ben" yok, Türkler kendisini "pür"
doğrunun ve bilginin sahibi olan çekirdek bir üye olarak görüyor,
diğerleri ayak takımı. Nasıl diyalog olur? Bir insan kendisini diğer herkes gibi ölümlü görmüyorsa yüzleşmek noktasında kat edeceği yol çok uzundur.
Egemen
siyasi yapının faaliyetlerinde, Kürtlerin bilinçlerinin "gömülmüş"
durumuna denk getirilmesi hayli dikkate değerdir. Bu durum
edilgenlikleri teşvik etmek yani "kardeşlik" faaliyetlerinin
edilgenliğini teşvik etmek, Kürtlerin "bilinç ve özgürlük korkularını"
artırmak için sloganlarla "doldurmak" için ondan yararlanırlar.
Bu
egemen sivil cemaatlerle diyalog ve ilişkide eylem kuramının bir başka
temel boyutu Birinci Şerefxan’a uygulanan politika kadar eskidir. Türk
İslamcı iktidarının bir çoğunluğa boyun eğdirdiği ve egemen olduğunda,
egemen siyasi alanını genişletmek için çoğunluğu bölmek ve bölünmüş
halde tutmak zorundadır.
Fıtri olan Kürtlerin bir birliğe
ulaşmasını hoş görmez ve o lüksü! Tanımaz. Çünkü hiç kuşku götürmez ki,
onun iktidarına bir tehdit demek olur. Dolayısıyla egemen olgu,
Kürtleri biraz olsun birleşme ihtiyacı uyandırabilecek her türlü siyasi
ve hukuki tavrı tüm araçlarla red edeceği gibi "savaşı bile gerekli kılmak istercesine ”
önler. Kürtleri daha da güçsüzleştirmek, tecrit etmek, Kürtler arasında
bölünmeler yaratmak ve bunları derinleştirmek egemen olgunun
yararınadır. İşte bu noktada İslamcılara verilen rol dikkate değerdir.
İslamcıların,
Kürtlerin kendilerine özgü kültürel faaliyetlerine nüfus ederek, fiilen
katılarak, "coşkulu ama saf! Bir biçimde” Uzmanların hemen hemen hiç
algılamadığı! Bir özelliği, Kürdistan sorununu, bir bütünlük sorunu
olduğunu görmek yerine, tecrit edilmiş odaklar halinde ele alan bir
bakış tarzında teşvik etmesidir. "İslamcıların bu bakış tarzı,
Kemalist sistemin kavramlarıyla yapılmaktadır. "Yerel yönetim, "yöresel
kalkınma” "Bölge” kavramlarıyla.”
Bir bölge!’ ne kadar
çok "yerel birime” bölünürse ve bu birimlerin kendi içlerinde bütün
olmasının yanı sıra daha büyük bir bütünlüğün ( artık bütünlük bölge,
yerel kavramlarıyla anılır) parçası oldukları ve ait oldukları bütünün
de, daha büyük bir bütünün parçası olduğu (Kürdistan) göz ardı edilerek,
yabancılaşma ile birlikte o bölünmüş halde tutulmaları da o kadar
kolaydır.
İslamcıların, tecrit etmeye yönelik bu eylem planının
Kürtlerin ( özellikle bölünmüş Kürtlerin ki daha çok hissedilen kırsal
bölgedeki Kürtler) zaten tecrite dayalı olan hayat tarzını
güçlendirdikleri ve başka bölgelerdeki! Kürtlerin sorunlarından tecrit
etikleri için, İslamcılar, Türk siyasi egemenliğinin tüm boyutlarıyla
algılanmasını önlemiş olurlar.
Egemen siyasi yapıların örgütlenmesi, kendilerini örgütlemektir. Bunun dışında başka bir sonuç yoktur. Cemaatlerin
örgütlenmesi, Kürtlerin daha da güçsüzleştirilmesi, tecrit edilmesi,
Kürtlerin arasında bölünmeler oluşturmak ve bu bölünmüşlüğü
derinleştirmek, egemen siyasi yapının yararına sonuçlamaktadır.
İster tek tek şahsiyetler açısından ele alalım, ister bir siyasal
hareket açısından ele alalım, "olgular" kendi varlığının var olma
şartlarını üretemediği sürece, "egemen anlayışlara," "yapılanmalara"
hizmet etmekten kendilerini kurtaramazlar. Bu tarihsel bir gerçektir.
Bu
tutum egemen olan Türklerin, Kürtlerin kendi içindeki çelişkileri
artırarak kendilerini "ret" etmelerine sebep olacaklarının
bilincindedirler. Kardeşlik ve benzeri sloganlar Müslüman Türklerin bu
boşluktan yararlanarak o boşluğu doldurmaktadır.
Egemen dindarın
psikanalizini yapacak olsak, her halde "sahte iyilikseverliğin" egemenin
suçluluk duygusunun bir boyutunu gösterir. İslamcılar bu sahte
iyilikseverlikle sadece adaletsiz ve ölümü sever bir düzeni korumaya
değil, ayrıca kendisi için huzur "satın almaya" çalışır böylece
statükoyu korumak için Kürtleri bölmek gerektiğinden Kürtlerin Türk
devletinin stratejisini kavramaması için belirleyici bir önem taşır.
Böylece Türk
İslamcılar, Kürtleri, "insan dışılığı" yani kavgacı, Allah düşmanı"
Kürtlerin İnsanlaşmaya dönük cesaretini kırmayı amaçlar. İslamcılar
Kürtlerin kendilerini şeytani eylemlere karşı savunduklarına
inandırmaları çabasındadırlar. Bunun günümüz siyasi karşılığı, resmi terminolojinin komplocu bir terminoloji olduğunu ispatlar.
Böylece
Kürtlerin kendilerine ait sözlerinin yerine, kendi sözlerini
yerleştirmektedirler. Artık Kürtlerin sloganı Türkün menfaatine yarayan
bir sloganı haline dönüşmüştür. Tarihsel dinamiklerin ve
kaynağından kopmuş her Kürt ve Kürt hareketleri, artık merkezi sistemin
kendisini daha da kuvvetlendirmesi ve uygulama alanını genişletmesi için
bir neden oluşturur.
Devletin Kürt politikasını, ister
sağ kanat olsun, "Osmanlıcılık olarak idealize ederek, isterse sol kanat
olsun, onlarda aşırı küçümseyerek, hiç bir zaman Kürtlere uygulanan
siyasetin doğru bir biçimde değerlendirilmesine izin vermemişlerdir.
Türkiye de siyasi kavramlar bile bilinçli bir şekilde çarpıtıldığı bir ülke haline gelmiştir. Yeri
geldiğinde Osmanlı ruhu tüten, yeri geldiğinde kendini yeni bir
cumhuriyet olarak sunan Türk siyasi cepheleri, yayılmacı karakterlerini
hiçbir zaman gizleyememişlerdir. Bu Osmanlı ruhundan kalan bir mirastır.
Müslüman
Türklerin görevi, Kürtlerin bölünmüş varlıklar olarak egemen statükoyu
içlerinde barındıran ve gerçek insan olmalarının farkına varmamalarını
sağlamaktır. Kısaca nesnel durum "siyasi ve ekonomik uygulamalar” kendi
durumunu ve kendisiyle birlikte var olan dünyayı kavranmaması üzerine
kuruludur. İslamcılar, Kürtleri bu nesnel durumdan yani olgudan
kopararak içinde bulunulan durumun algılanmasının önüne geçmiş olur.
Bunun aksini ortaya koyacak tek bir somut olguları olmayışı bunu
göstermektedir. Dünyada bütün kolektif hareketlerin kalbinde politika
yatar zaten.
Şimdi sorumuzu soralım? Egemen devlet
yığınla Kürt katlettiği halde, Müslüman Türk nasıl bakabiliyor? Müslüman
Türk’te kendisinin mağdur olduğunu iddia ediyor, o zaman nasıl oluyor
da Kemalizm’in aşırı taleplerini yerine getirebilecek kadar kendini
inkâr ediyor?
Kemalizm’den nefret ettiğini söylerken nasıl oluyor
da böylesine hayranlık ve tutku duyabiliyorsunuz? Yoksa ona benzeme
arzunuz mu?
İslamcılık Kurdistan’da bir olgumudur?
İslamcılığı
hangi olgu üzerinden okunması önemli bir bakıştır. Zira İslamcılık
dediğimizde "kim" olduğuna cevap vermek gerekecektir. Şayet buna cevap
vermeniz halinde kendinize bir "ada" oluşturmuş olmayacak mısınız? İslamcılık
bir şeyi olması gerektiği gibi değil, görmek istediği şekilde tanımlar.
Dolayısıyla İslamcılık zaten kavram olarak reel politik alanda
oryantalisttir. İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşımı, bir bakıştan öte,
kendi dünyasına evrilmesini istemesi başlı başına bir cinayettir.
İslamcılık ve başlı başına bir entelektüel terördür. Çünkü Muhalefet
ederek neyi meşrulaştırdığı? Sorusuna hala cevap vermemiştir.
Her
"olguyu," onu ortaya çıktığı zamanın koşullarını göz önünde bulunduran
bir bakışla değerlendirmekteyiz. Kurdistan'ı ve Kürtleri değişen üretim
düzeninin, toplumsal, iktisadi, ailevi ve ahlaki ilişkilerin bakışıyla
olmakla birlikte, sorunun yani "olgunun" önceki dönemlerde ortaya
çıktığı, kendine has bir fonksiyona sahip olduğu vb. bir bakışla.
Değerlendirilmesi gerekmektedir. Örnek, Kuran, sünnet dediğinde,
bireye, yaşama, dünyaya, insan tarihine, toplumlara ve doğaya egemen
olan bilimsel yasaları amaçlamaktadır. Sünnet bilimsel yasalardır. Kuran
olgular arasındaki bağıntılara sünnet, olguların kendisine de ayet
demektedir. O halde Kürt özgünlüğünde, Oryantalizm ve İslamcılık
arasında bir fark var mı? Ve şu soru akla gelmektedir, İslamcılık Kürt
özgünlüğünde bir "olgumudur"? Örneğin, İslam’da ve Peygamberin
yaşamındaki eş sayısı üzerine konuştuğumuzda, toplumsal ilişkileri,
zamanı ve mekânı da ölçü alıp değerlendirmeliyiz. Toplumsal bir olguyu
–bir yasayı ve bir edimi- tarihsel ve toplumsal zemininden ayırmak ve
soyutlayıp yargıda bulunmak amiyane bir harekettir. Çünkü her olgu,
toplumsal düzenlerin gelişimi seyrinde, eksi sonsuzdan artı sonsuza
kadar değişim gösterir ve en ileri olgulardan en aşağı olgular biçiminde
ortaya çıkar. İşte Kürtlerin kendi gerçekliği Aydınlatıcı,
yaratıcı, yön gösterici, gerçekçi, hareketlendirici, sorumluluk
yükleyici, değer yaratıcı gibi nitelikleri olan Kürt milliyetçiliği veya
öz bilinç yâda hikmet, insana yeni bir "anlayış şekli”
kazandırmaktadır. Bu da kendini ıslah edebilmenin heyecanını
oluşturur. Onu "bilim adamı” değil, "aydın” yapar. Felsefe yerine dünya
görüşü kazandırır. "yarar” yerine "değer”, "güç” yerine "gerçek”,
"eğlence” yerine "sorumluluk duygusu”, "refah” yerine "hedef”, "nasıl
oluştu?” yerine "nasıl oluşuyor. İşte Kuran’ın ilan ettiği,
Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları şey budur. Bu varlıksal
bilinçten, yönelimden ve gerçekten yoksun nice "bilginler" ve bu yolda
zamanın izcileri ve milletin rehberi olan nice okuma yazma bilmeyen
"ümmiler" Kürt halkına rehber olmuştur. İşte bu müspet Kürt
milliyetçiliğinin eseridir.
Asıl devlet partisi ve İslamcılık
İngilizcede
"Yahudi anne” diye bir deyim vardır: Kıskançlığıyla ünlü Yahudi
annelerden yola çıkarak, çocuğuna (özellikle oğluna) inisiyatif ve seçme
özgürlüğü tanımayan, bütün davranışlarına müdahale edip "doğru yolu”
gösteren, "sevgi”sini bu aşırı sahiplenmenin açıklaması olarak sunan
anneleri ya da "anne”yi metafor olarak kullanıp bu davranışlarda bulunan
bütün yapıları anlatır.
Benzetme bazılarına fazla ikonoklast
gelebilir ama "ana” ideoloji olan Türk milliyetçiliği de, kendinden
türeyen bütün öteki ideolojilere karşı tam bir "Yahudi annesi” gibi
davranır. Hiçbirinin kendinden biraz uzaklaşmasına, hele kendisinin
uygun görmediği tavırlar takınmasına izin vermez.
Ve şimdiye kadar
başarılı olmayı da başarmıştır. Söz konusu yavru ideolojilerin hiçbiri
anasının eteğinin dibinden uzun süre ayrılmamıştır. En fazla "yaramaz
çocuk” havasına girenleri dahil. Onun için Türkiye’de "liberal”,
"muhafazakâr”, "sosyalist”, "radikal”, "komünist”, "İslâmcı” gibi
ideolojiler, fazla bir şey anlatmazlar. Bunlar hepsi, ebeveyn çağırdığı
anda, çağırdığı yerde hizaya gelirler.
Çünkü tek tek ideolojilere
gelmeden önce, "siyasî ideoloji” dediğimiz o genelleme, Osmanlı
toplumunda, devletin çaresizleştiği ve kendisini sarmalayan koşullarla,
özellikle de "dış düşman”la, yani Batı’yla başa çıkamadığı bir ortamda
doğmuştur. Bu çaresizlik, "siyasî ideoloji” denen şeyi doğurmuştur. Onun
için Genç Ruslar mücadele yıllarını "bu devleti nasıl
yıkacağız?” arayışıyla geçirirken Jön Türker’in sorusu "bu devleti nasıl
kurtaracağız?” sorusudur.
Rejim her zaman "dozunu kendi
ayarladığı” İslamcılara ihtiyaç duyuyorken, İslamcılar "bu devleti nasıl
kurtaracağız" sorusunu soran cephenin kendisidir.
Remzî Pêşeng
Twitter: remzipeseng
Mail: remzipeseng@hotmail.com