Başbakan’ın partisinin 10. yılının kutlandığı
bir iftar sofrasında "Şu mübarek Ramazan ayında, maalesef yavrularımız
şehit ediliyor ve yavrularımızı şehit eden bu bölücü terör örgütüne
karşı, bizler şu anda bu mübarek ay vesilesiyle sabırla devam ediyoruz.
Ama unutmayın, bizim medeniyetimizin geçmişinde, o cehalet döneminde
bile kimse kimseye kurşun atmaz, kan dökmezdi” demesinin üzerinden çok
geçmedi, Ramazan’da Kandil’e bombalar yağdırılmaya başladı. Böylece
Cumhuriyet’le yaşıt Kürt Meselesi’nin çözümü konusundaki umutlar bir kez
daha söndü. Elbette, tek sorumlu devlet ve AKP hükümeti değil, PKK ve
Kürt siyasal hareketinin payı da büyük. Markar Esayan’ın 18 Temmuz 2011
tarihli mükemmel yazısında dediği gibi anlaşılan taraflar henüz (artık
ne ad verirseniz verin) ölmeye, öldürmeye, kan dökmeye, şehit vermeye
doymamışlar. Doyana kadar bekleyeceğiz artık...
‘Haram Aylar’ meselesi
Ben İslam bilgini değilim, bu yüzden ‘mübarek Ramazan ayında’ veya
Erdoğan’ın kastettiği ileri sürülen ‘Haram Aylar’da (Ramazan’dan önceki
dört ayda) adam öldürülür mü öldürülmez mi bilmiyorum, onu bilsem bile
laik bir ülkenin hükümet başkanının ‘hükümet etmek’ için neden dinsel
referanslara başvurduğunu anlamam mümkün değil, ama bildiğim bir şey
varsa, Türklerin ve Kürtlerin pek çok ortak noktasından biri, hatta
bazılarına göre en önemlisi olan İslam dininin savaşa cevaz veren
ayetlerinin pek bol olduğu ve İslamiyet’in tarihinde savaşsız bir
dönemin adeta olmadığı. Kısacası tarih boyunca ‘haram olmayan aylarda’
bol bol öldürme, kan dökme olayı yaşanmış. Yaşanmaya da devam ediyor.
Doğrusu en azından Irak’ta Şiilerle Sünnilerin birbirinin camilerini
bombalarken buna riayet ettiklerine dair bir gözlemim yok.
Yahudilikte ya da Hıristiyanlıkta farklı mıydı,
sorularını duyar gibiyim. Evet dinlerin tüm barışçıl iddialarına rağmen,
bütün dinlerde olduğu gibi o dinlerde de şu veya bu nedenle ölmeyi,
öldürmeyi emreden onlarca ifade var. Evet, o dinlerin de tarihi
savaşlarla dolu ama bizi bu ülkede egemen olan dinin tarihi
ilgilendiriyor. Bunun nedenini açıklamaya herhalde gerek yok.
***
Yazıya başlarken hızlı bir tarama yaptım. Kuran’da
savaşla ilgili pek çok hüküm var. Bunlardan bazıları ve bu ayetleri
okuduktan sonra hemen aklıma gelen sorular şunlar oldu:
• "Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme
uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın
onlara yardım etmeğe gücü yeter.” (Hac 39) Zulmün tanımı nedir, zulüm
hangi noktaya gelince ‘cihad’a izin var?
• "Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya
vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide
35) Allah’a karşı gelmenin sınırları nedir? Birine göre saçının telini
göstermek, birine göre Allah’a ‘tanrı’ demek karşı gelmek sayılabilir
mi?
• "Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları
artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her
gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı
kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Tevbe, 5) Ya ‘mümin’
Allah’ın söylediği sırada davranırsa, yani önce öldürürse, sonra kimi
hapsedip, gözetleyecek?
• "Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine
vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda
savaşırlar, öldürürler ve ölürler.” (Tevbe 111) Bu savaşın gerekli olup
olmadığına nasıl karar verilecektir? Cennet vaadini duyan bir mümin için
gerekçe bulmak zor mudur?
• "Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve
hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin” (Nisa 89) Öldürecek miyiz, yoksa
dost mu olmayacağız? ‘Yüz çevirmek’ öldürme nedeni olabilir mi?
• "Savaş, hoşunuza gitmediği halde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey
sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey
sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara 216) Allah, ‘siz nasılsa anlamazsınız ben size savaşın diyorsam
savaşın’ mı diyor?
• "Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen
Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse
şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (Enfal,39)
Hani dinde zorlama yoktu? (Bakara, 256) Hani "...Kim, bir insanı, bir
can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı
olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüş, Her kim de
birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmış”
(Maide,32) olurdu?
Büyük Cihad - Küçük Cihad
Kuran’da ‘cihad’, ‘harb’, ‘kıtal’, ‘ölüm’, ‘öldürmek’, ‘şehitlik’ gibi
kavramların kaç kere, hangi bağlamlarda kullanıldığını da saymadım. Ama
bunlardan cihad sözcüğü Arapça ‘c-h-d’ kökünden gelme olup, "bütün
gücünü kullanma, çaba, gayret sarf etme” anlamına geliyor. En güvenilir
Hadis âlimlerinden Tirmizi’ye (9. yüzyıl) göre Bedir Savaşı’ndan dönen
Muhammed Peygamber, savaşın galibi arkadaşlarına şunu söylemişti: "Küçük
cihaddan büyük cihada döndünüz!” "Büyük cihad nedir” diye sorulduğunda
ise şu cevabı vermişti: "Nefisle cihad.” Günümüzde kim böyle düşünüyor?
El Kaide veya İslami Cihad örgütlerinin liderleri ‘Büyük Cihad-Küçük
Cihad’ deyince neyi anlıyor? Bu soruları ‘şehit’, ‘şehitlik’,
‘Dar’ül-İslam’, ‘Dar’ül-Harp’ gibi konular için de sorabiliriz. Ama bu
kadarı bile, Kuran’ın savaşla ilgili konularda ne kadar yoruma açık bir
kitap olduğunu gösteriyor. Bunu ben söylemiyorum tarih söylüyor. Gelin
bakın İslamiyet’in ilk yüzyıllarında, Emevi ve Abbasi halifeleri bu
ayetleri nasıl yorumlamışlar?
Hazreti Muhammed 27 Recep 632 günü öldüğünde, daha cenazesi kalkmadan Ebu
Bekir, Ömer, Sad bin Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrah bin Avf, İbni Hişam
gibi önde gelenler, halifenin kim olacağının pazarlığını yapmaya
başlamışlardı. İlk Halife Ebu Bekir’in döneminde, Arabistan yarımadası
‘Müslüman’ oldu ama ne pahasına... İslam dünyasının Herodot’u sayılan
Taberi’ye göre Ebu Bekir’in orduları "kadın, çocuk demeden demirle
dağlanıp ateşte yakıldılar”. Bunlar arasında Peygamber’in sağlığında
Müslüman olmuş ama Ebu Bekir’e biat etmeyen kabileler de vardı.
Hani dinde zorlama yoktu?
Peygamber’in "ne güzel kul” dediği Halid Bin
Velid’in İranlı komutan Hürmüz’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Siz
İslam dinine giriniz, emniyet ve güven içinde yaşamanıza devam
edersiniz. Eğer İslam dinine girmezseniz bizim hâkimiyetimizi kabul
ediniz. Zimmî olun, biz de sizi koruyalım. Başkalarının size taarruz
etmesine fırsat vermeyelim. O takdirde bize cizye (haraç, baş vergisi)
vermeniz gerekir. Yok, bunu da kabul etmezseniz size yapacak şeyimiz
kalmamıştır. Aramızdaki hükmü Allah verecektir. Fakat biz öyle bir ordu
ile gelmişiz ki bu ordunun erleri ölümü sizin hayatı sevdiğinizden fazla
seven kimselerdir.”
Gerçekten de bunlar öyle ordulardı ki, İkinci
Halife Ömer zamanında (634-644) Kays’ın orduları tarafından on yıl kadar
bir sürede Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kürdistan, İran, Ermenistan,
Azerbaycan, Horasan ilhak edildi. Bu ordularda bildiğimiz kadarıyla din
âlimleri yoktu, erenler yoktu. Zaten olsaydı da on yıl gibi kısa sürede
milyonlarca kişinin İslamiyet’i kabul etmesi mümkün değildi. Bu yüzden
de, bu halkları zımmî statüsüne koymak ve cizye denen vergilere tabi
tutmak meşru idi. Elbette Enfal Suresi’nin 41. ayetindeki şu emri
unutmamak kaydıyla: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir
şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.” Geri kalanın ‘cihad’a
katılanlara paylaştırılmasının Müslüman/Arap orduları için ne kadar
teşvik edici olduğunu tahmin etmek zor değil.
Türklere dokunmayınız!
Ancak bütün bu teşviklere rağmen, bu ordular bugün
Batı Türkistan dediğimiz coğrafyanın sınırlarını çizen Amu-Derya
(Ceyhun) ve Siri-Derya (Seyhun) nehirlerinin sarmaladığı
‘Maveraünnehir’e (bugünkü Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan’ı
kapsayan bölgeye) girmeye kalkmamıştı. Daha doğrusu Halife Osman
zamanında (644-656) Fergana’ya geçen bir birlik Türkler tarafından
katledildikten sonra cesaret edememişti. Bunda bu kadar geniş coğrafyayı
zapt etmeyi, ardından da kontrol etmeyi mümkün kılacak büyük ve
teçhizatlı ordulara henüz sahip olunmaması kadar, Peygamber’in Türklere
ilişkin hadislerinin rolü vardı mutlaka. Bu hadislerde şu tür ifadeler
vardı: "Kıyamet kopmadan az önce siz kıldan çarıklar giymiş bir milletle
muhabere edeceksiniz. Onların yüzleri sanki çekişle dövülmüş derilerle
kılıflı kalkan gibidir. Çehreleri kırmızı, gözleri çekiktir...”
"Kuvvetli bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet
kopmayacaktır...” "Türkler size dokunmadıkları sürece siz onlara
dokunmayınız, siza Kantura Oğullarından [Oğuzlar] gelenler ilk defa
Allah’ın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı onların ellerinden çekip
alacaklardır.”
Ganimet ve haracın cazibesi
Ama Dört Halife döneminin ardından 661’de iktidarı
ele geçiren Emevi halifeleri bu hadislere uymadılar. Çünkü, ganimet ve
haraç orduları büyütüyordu, ordular büyüdükçe ganimet ve haraç hayatî
hale geliyordu. Bazıları buna kutsal ‘cihad’ kavramını eklemek isteyecek
ancak hatırlanacağı üzere ‘cihad’ ancak "Müslümanların din özgürlüğünün
ortadan kalkması veya tehlikeye girmesi veya yurtlarından çıkarılmak ve
inançlarından dolayı öldürülmek istenmeleri” halinde meşru idi.
Arabistan’daki, Mısır’daki veya Suriye’deki gayrımüslim halkların
Arap/Müslümanlar için şu veya bu nedenle tehlike oluşturduğunu iddia ve
ispat etmek bir ölçüde mümkün iken Maveraünnehir’de yaşayan Türk
boylarının Araplar veya Müslümanlar için bir tehlike oluşturduğuna dair
tek işaret yoktu. Bu halklar Horasan’da, Buhara’da, Semerkand’da,
Cürcan’da ticaretle veya tarımla uğraşıyorlar, vergilerini başlarındaki
meliklere veya dikhanlara veriyorlardı. Bölgede Zerdüştlük dini hâkimdi
ama Budistlerle Hıristiyan Nasturiler, Şamanistler, Maniciler barış
içinde yan yana yaşıyordu. Üstelik bu dinlerin hiçbiri bölgeye savaşla
girmemişti, ikna ile, propaganda ile, karşılıklı çıkarlarla yayılmıştı.
Dolayısıyla bölge halkı için din uğruna savaşan ordular fikri çok
yabancıydı.
Kıbaç Hatun’un direnişi
Dolayısıyla Arap orduları Ceyhun Nehri’ni aştıklarında düzenli bir
orduyla karşılaşmadılar. Buna rağmen ilk Emevi Halifesi Muaviye’nin
Horasan’a vali olarak atadığı Ziyad 673’te Buhara’yı kuşattığında Buhara
Melikesi Kıbaç Hatun’un büyük direnişi ile karşılaştı. Ama bu direniş
bir sonraki kumandan Said tarafından kırıldı ve Buhara ve Semerkand
yağmalandı, halkı ve beyleri haraca bağlandı. 685 yılında halife olan
Abdülmelik’in komutanı Haccac, Kâbe’yi bile mancınık ateşiyle yakmaktan
çekinmeyen biriydi ve Hariciler başta olmak üzere farklı eğilimdeki
Müslümanları kılıçtan geçirdi. Türk esirlerin ganimet olarak Arap
ülkelerine gönderilmeleri ilk bu dönemde oldu.
705’te Abdülmelik ölüp yerine oğlu Velid
geçtiğinde, Horasan’a Kuteybe adlı bir başka zalim atandı. Dönemin
tanıklarından Narşahi Kuteybe’nin "dinde zorlama yoktur” ayetini nasıl
kılıfına uydurduğunu şöyle anlatmıştı: "Şehrin dışında 700 büyük köşk
vardı. Buhara’dan sürülen meşhur Zerdüşt zenginler burada oturuyorlardı.
Gerçekte bunlar İslamiyet’e karşı inatçı kimseler oldukları için Cuma
namazlarını kılmamakta en çok direnenler de bunlar idi. Hâlbuki fakirler
Cuma namazı kılanlara vaat edilen iki dirhemlik nakdî mükâfatı almak
için camiye koştukları halde bunların pek tabii böyle bir arzuları
yoktu. Sonuç ne oldu derseniz Kuşan asilzadeleri Buhara’yı terk etmek
zorunda kaldılar.”
Faryab’ın ‘Muhteraka’ olması
Kuteybe’nin Talhan’da (veya Talkan) neler yaptığını ise Taberi’den öğrenelim: "Hükmetti
ki ahalisini kılıçtan geçireler. Ne kadar kırabilirlerle kıralar. Bunun
üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.” İbn-i Dahkan
hikâyeyi şöyle tamamlamıştı: "Talhan’a giden yolun dört fersah (24 km.)
mesafede olan kısmı asılan Türklerin cesetleriyle korkunç bir orman
görünüşü arz ediyordu.”
Kuteybe başka şehirleri de yaktı, yıktı. Öyle ki Faryab’a Araplar
‘yakılmış yer’ anlamına ‘Muhteraka’ dediler. Semerkand 2 milyon 200 bin
altın yıllık vergi ve 30 bin sağlıklı erkek esir, tapınak ve putlardaki
altınların Kuteybe’ye verilmesi (ve de şehirde cami yapılması) koşuluyla
yakılmaktan kurtuldu.
Abdülmelik’in ölmesi üzerine yeni halife Süleyman
bin Velid oldu, ama Horasan’ın kaderi değişmedi. Velid’in kumandanları
"Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşınız” (Bakara, 193) emri
uyarınca Dağıstan’ta 14 bin kişiyi katlettiler, Cürcan yedi ay
kuşatmadan sonra pes etti ve Taberi’ye göre direnişinin cezasını insan
kellesiyle donatılmış dört fersahlık bir yolla ödedi. 12 bin kişi de
Enderhiz Vadisi’nde katledilmişti. Tepeler gibi yığılıp kalan bu kafa,
kol ve gövdeler üzerine suyun mecrası değişmişti. Yezid, bu kan nehrinin
ulaştığı yerdeki değirmendeki unlarla bu suyu karıştırarak yaptığı
ekmeği yemiş, böylelikle ‘Allah’a verdiği sözü yerine getirmiş olduğunu’
düşünmüştü.
II. Ömer’in adaletine ne oldu?
Peki, adaleti ile tarihe geçen II. Ömer devrinde (717-720) durum çok
farklı mı oldu? Evet, Ömer fetihten çok propagandaya, iknaa dayanan bir
politika izledi Türk illerinde ama Horasan’a atadığı vali Cerrah hiç de
adil biri değildi. Cerrah zamanında II. Ömer’e verilen bir raporda şöyle
yazıyordu örneğin: "Ey müminlerin emiri, harbeden 20 bin köle [Türk]
vardır. Bunlara ne bir aylık verilir, ne de yiyecek. Ehl-i zimmetten bir
o kadarı da Müslüman olmuştur. Buna rağmen hâlâ onlardan bile haraç
alınmaktadır.
Cerrah’ın sonu yıllardır Müslümanlaştırılmaya
çalışılan Yahudi Hazar Türklerinin elinden oldu. Bu sefer katliama
uğrayanlar Arap/Müslüman ordularıydı. 722-737 yılları arasında Türgiş
Hakanı Su-Lu döneminde Emevi orduları daha da zorlandı. Ama Su-lu’nun
ölümüyle, Güney Türkistan’ın Araplaşması hız kazandı. Bu dönemde ilk kez
Türklerden 20 bin kişilik paralı ordu kuruldu.
Abbasilerin siyah bayrağı
Neyse ki, Emevilerin kana, zulme, baskıya, zorbalığa, ganimete ve haraca
dayanan politikalarına sadece Türkler değil, Mevaliler (Arap olmayan
Müslümanlar) ve Arapların alt katmanları da tahammül edemez olmuşlardı.
Bir dizi ayaklanmadan sonra Ebu Müslim Horasan’da ‘Siyah Bayrağı’ açtı.
747’de Merv’e girdi. Bu bölgeden topladığı askerle ordusunu
güçlendirmekle yetinmedi, Arabistan kabileleri arasındaki
anlaşmazlıklardan ustaca yararlanarak son Emevi halifesi II. Mervan’ı
alaşağı etti. Yeni halife Haşimilerden Ebu’l-Abbas oldu. Geriye şu
sorular kalmıştı: Allah nasıl olup da Emevilerin bunca zulmüne sessiz
kalmıştı? Neden bu kadar kan dökülmek zorunda kalınmıştı?
Ebu Müslim’in orduları 751 yılında Talas Savaşı’nda
Çin ordularını yenince Orta Asya’nın egemenliği Arapların eline geçti.
"Eğer tersi olsaydı Türklerin çoğu Müslüman değil Budist olacaklardı”
diyenler haklı mı bilmiyorum fakat bu tarihten sonra İslamiyet Türklerin
adeta kaderi oldu. Oldu ama Zeki Velidi Togan’a göre Türkler İslam
dini, Şamanizm, Maniheizm, Budizm gibi dinlere az çok uyabilen Şiilik,
Sufilik (bir tasavvuf ekolü), (veya Anadolu’da Alevilik) gibi yollarla
yayıldı.
Esseffah’ın işleri
Abbasiler döneminde (750-1058) Araplık=Müslümanlık denklemi değişti.
Abbasiler Emeviler gibi kavmiyatçılık yapmıyorlardı, Araplaşmaktan değil
Müslümanlaşmaktan söz ediyorlardı. Din artık dağınık kabileleri,
kavimleri, beylikleri, tüccar ve zadegân sınıfını, egemenlerle
yönetilenleri birarada tutacak bir ideolojik yapıştırıcı olarak işlev
görmeye başlamıştı. Ancak ilk Abbasi Halifesi Ebu’l-Abbas’ın adı bile
‘Esseffah’a (kandökücü) çıktığına göre varın siz düşünün bu
politikaların ne kadar ılımlı (!) olduğunu. Nitekim Horasan’da halk sık
sık Müslüman/Arap yöneticilerine karşı baş kaldırıyordu. İran’da Sinbad,
Güney Türkistan’da İshak ve ardılı El Mukanna gibi kumandanlar,
Abbasilerin siyah bayrağına karşılık isyancıların sembolü olan beyaz
elbiseler giydiler. Harun Reşit’in dönemi (786-809) de ayaklanmalar
dönemiydi. Onun oğlu Memun akıllıca davrandı ve Maveraünnehir’e vali
olarak yerli egemenleri atadı da bu özerklik döneminde Horasan, Buhara,
Semerkand, İslam dünyasının en parlak merkezleri oldular.
Türk esirlerden ordular
Arap tarihçisi Mesudi’ye göre, Mutasım daha tahta geçmeden dört bin
tutsaktan kurulu bir birlik oluşturmuştu. Bunlara el işlemeli kumaştan
giysiler giydirmiş, sırma işlemeli kemerler bağlatmıştı. Bu özel
giysilerle, Türkleri ordunun diğer birliklerinden ayırmıştı. Halifeliğe
de bu ordu sayesinde geçmişti. Mutasım döneminde (833-842) Türklerin
itibarı daha da arttı. Türk paralı askerlerin sayısı Semerkant, Fergana,
Uşrusana gibi yerlerden alınma suretiyle sekiz bine (bazı kaynaklara
göre 25 bine) çıktı. Afşin, Boga el kebir, Boga es-Sagir, İnak, Ahmed
bin Tolun, Raşit et-Türki, Aşnas, Vasıf, Hakan Urtuc, Alp Tekin, Togaç,
Aybek, Besasiri gibi Türk kumandanlar Abbasi ordularının başına
geçtiler.
Ama bu tarihlerden itibaren İslamiyet Türkler arasında kitlesel olarak
yayılmaya başladı. Artık bir zorlamadan ziyade bir tercih söz konusuydu.
Ama ‘Ak Budun’ yani yönetenler Sünni iken, ‘Kara Budun’ yani
yönetilenler daha çok Şii veya Sufi idi. 950 yılında ilk Müslüman Türk
devleti Karahanlılar kuruldu. 970 ila 1000 yılı arasında Oğuzlar
kitlesel olarak Müslümanlığa geçti. 1040 yılında Selçuklular Gaznelileri
Dandanakan’da yenince Asya’daki İslam dünyasının yeni egemeni oldular.
Selçuklu Sultanı Tuğrul’un orduları 1055’te Bağdat’ı yağmaladı ve bu
süreç Tuğrul’un 1058’de Halife el Kaim bi Emrillah’ın elinden taç
giymesiyle tamamlandı.
Öldürmeye devam!
Kuran’ın ‘cihad’la ilgili ayetlerinin Osmanlılar döneminde nasıl
yorumlandığını ise bir başka yazıya bırakalım. Bırakırken, Başbakan
başta olmak üzere, dinî referanslarla yola çıkanlara hatırlatalım:
Kandil’i ya da bir başka yeri bombalarken rahat olsunlar, çünkü Kuran’da
savaşı, ölümü, öldürmeyi meşrulaştıran pek çok ayet var. İslam tarihi
de bu konuda epey örnek sunuyor. PKK da rahat olmalı, çünkü seküler bir
ideoloji olan milliyetçilik de, kan dökmeyi meşrulaştırmakta zorluk
çekmez. Uzağa gitmeye gerek yok, Kürt milliyetçiliğinin üvey babası Türk
milliyetçiliğinin Cumhuriyet tarihi boyunca yaptıklarına baksalar
yeter. Türk/İslam sentezcileriyle ve Kürt milliyetçileri birbirini
öldürmeye devam ederken, bize de Oya Baydar’ın (T24.com.tr haber sitesindeki mükemmel yazısında) dediği gibi ‘barış eşekliği’ yapmak düşüyor.
Özet Kaynakça: V. V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, TTK, 1990; Erdoğan Aydın, Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, Kırmızı Yayınları, 1994; a.g.y., İslamiyet Gerçeği, Cumhuriyet Kitapları, 2006; Halil Berktay, Osmanlı Devleti’ne Kadar Türkler, Cem Yayınevi, 1990; Turgut Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet, İletişim
Yayınları, 1994; Faik Bulut, Horasan Kimin Yurdu, Berfin Yayınları,
1990; İ. Hakkı Danişmend, Türklük ve Müslümanlık, 1959; Zekeriya
Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Yedikubbe Yayınları, 2005.